1 Mart 2016 Salı

Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (5)

Muayene günü nihayet gelip çattı. Kliniğe ailecek gittik. Anne, baba, (sorunlu!) çocuk. Orada ne yapılacağı konusunda derme çatma bir fikrim vardı. Doktorun önce bizimle, sonra Gökçe ile görüşeceğini, sonra da gerekli göreceği testleri uygulayacağını sanıyordum. Bu arada yine itiraf etmeliyim ki, Gökçe'yi de sıkı sıkı tembihliyordum; "Doktordan çekinme, o seni anlayacaktır, rahat konuş, fikirlerinden bahset, (ve utanç verici bir tembih) akıllı görünmeye çalış".

Anne psikolojisi maalesef bu şekilde saçmalatabiliyor. Onun kendisini zaten akıllı bulduğunu ve gerçekten de akıllı bir çocuk olduğunu bilmeme rağmen, o panik hali ile yine de bu şekilde söylemiştim. Gökçe ise olgunlukla gülümsemiş, bir şey dememişti. Her neyse, sonuçta doktorun onu öğretmenlere göre farklı açılardan değerlendireceğinden emindim ve o anda kendi hatalarımla uğraşacak durumda değildim. Sonradan doktorumuzun da gülümseyerek onaylayacağı gibi, en nihayetinde ben de çoğu zaman kusurları ve hataları ile varlık bulan bir insandım.

Kliniğe girdik ve sekreteryaya yöneldik. İşlemler vs. derken bir bayan gelip Gökçe'nin elinden tuttu ve bir odadan içeri girdiler. Kapı arkalarından kapandı. Babası ile bana bir form verip doldurmamızı istediler. Bekleme odasında bir koltuğa oturup doldurmaya başladık. Formu doldururken özel notlarımı da ayrıca yazıyordum: Sakarlık örnekleri, bebekliğinden itibaren uykusuzluğu, arkadaşsızlığı, dağınıklığı, düğmelerini doğru ilikleyemeyişi, okulda hırkasının bir kolunu ters giyip düğmelerini arkadan öne getirdiği taraftan tuhaf şekilde ilikleyip diğer hırka kolu sallanarak gezişi ve öğretmenine bunun doğru giyinme şekli olduğunu iddia edişi, çoraplarını giyemeyişi, ayakkabılarını bağlayamayışı, terliklerini tekleme giymekte ısrar edişi (iki ayağına farklı ayakkabı ya da terlik geçirmek çok eğlenceliymiş), isyankârlığı, rüyaları, kâbusları, banyoyu laboratuvara çevirme çalışmaları, farklı renk ve kokularda losyon yapma uğraşıları, yoğun hayvan sevgisi, uzaya olan ilgisi vs...

Bu arada yaklaşık yirmi dakika geçmişti. Gökçe'nin nerede olduğunu merak edip sekretere sordum. "Zekâ testinde" deyiverdi... Yerimden fırladım (doktorla birlikte olduğunu sanıyordum). Sanırım haykırıyordum.

- Ne zekâ testi? Nasıl bir test bu? Ne kadar sürecek?
- Bir buçuk saat.
- Neee? Ama bu çocuk hayatı boyunca çizgi film ve bilgisayar oyunları dışında herhangi bir şeye bir buçuk dakika bile konsantre olmadı ki? Üstelik daha okuma-yazma bile bilmiyor! Çıkarın testten! Doktoru görmek istiyorum! Buraya zekâ testi yapılsın diye getirmedim onu! Doktorla görüşmesi için getirdim! Çocuğum geri zekâlı çıkacak ama değil, o çok akıllıdır!

Sekreter eşimden beni dışarı çıkarmasını rica etti. Eşim kolumdan tutup adeta sürükleyerek dışarı çıkardı. Gözlerimden süzülen yaşlara engel olamıyordum. "Tescilliyorum, kızımı kendi ellerimle geri zekâlı olarak tescilliyorum, işi resmileştiriyorum, tüm hayatını mahvediyorum, ne kadar akıllı olduğunu bile anlatamadan kızıma zekâ geriliği teşhisi koyduruyorum!" şeklinde hıçkırıyordum. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Caddede bir kafeye girdik, çay söyledik. Durulmuştum ama içimde korkunç bir ezilme hissi ile boğazımda bir yumru vardı. Aslında kabullenme eğilimine de girmiştim. "Olsun, ne yapalım, zihinsel engelli ise zihinsel engelli. Sonuçta ona olan sevgim mi azalacak? Uygun bir okul bulurum, illâ ki kendisini, zekâsını gösterecektir. Bir ara onun ne kadar akıllı olduğunu anlayan biri illâ ki çıkacaktır." Eşim de endişeli olmakla birlikte daha sakindi. O kızımızın testten normal çıkacağından emindi. Ben tam tersini düşünüyordum, çünkü IQ testleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Zaten bu tür testlere de oldum olası karşıydım.

Bir buçuk saatin tamamlanmasına yakın kliniğe döndük. Tam bekleme odası koltuklarına oturduğumuz sırada Gökçe geldi. Yanıma oturdu. Korka korka, usulca sordum: "Nasıl geçti anneciğim?" Fakat o beni tekrar yıkan yanıtı verdi: "Çoğunu yapamadım anne." Bunu duyunca yılgın bir şekilde arkama yaslanıp gözlerimi yumdum. "Evet, kızım zihinsel engelli çıkacaktı." Tam o sırada babası ile beni başka bir odaya aldılar. Karşımızda bir bayan psikolog vardı. Önünde ise doldurduğum form. Karşısına oturur oturmaz savunmaya geçtiğimi anımsıyorum.

- Bakın Gökçe çok akıllı bir çocuktur. Zekâ testi uygulamadan önce keşke onunla konuşsaydınız. O zaman belki zekâ testi uygulamanıza bile gerek kalmazdı.
- Zekâ testi uyguluyoruz, çünkü bu testlerle sadece zekâ seviyesini değil, olası diğer sorunlarını da tespit edebiliyoruz.
- Fakat benim kızım çok akıllı olduğu halde onun zihinsel engelli olduğunu iddia eden öğretmenleri oldu. Evet, okuma-yazmayı bir türlü öğrenemedi. Matematiği de çok kötü görünüyor. Konuşma güçlüğü de çekiyor ama mesela ben bu çocuğu ana sınıfında hırpalandığı zamanlarda odasında yatağına uzanmış ve gözlerini tavana dikmiş bir halde, "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele burada" derken buldum. Üstelik biz evde ona Shakespeare falan da okumuyoruz. Hangi zihinsel engelli çocuk, bir yerlerden duyduğu Shakespeare repliğini mırıldanır ki? Hem de sorunlu olduğu söylenerek hırpalandığı bir dönemde, hangi zihinsel engelli çocuk böyle derin düşüncelere dalar ki?
- Sizi anlıyorum fakat çocuğunuzun sadece zekâ durumuna odaklanıyorsunuz. Belki zekâsında hiçbir problem yoktur ama başka bazı rahatsızlıkları vardır?
- Evet zekâ durumuna odaklanıyorum, çünkü şimdiye dek önüme genellikle zekâ sorunları çıkarıldı.
- Otizm ya da şizofreni sorunları da çıkarılmış, bunu siz yazmışsınız.
- Evet, onlar da var.
- O halde sizinle biraz da bunlardan konuşalım. Rahat olun, bu testler sandığınız şekilde değil.

Psikolog odasında bu şekilde bir süre daha kalıp konuştuk. Dediği gibi, daha ziyade uykusuzluk, konsantrasyon bozukluğu, arkadaş edinememesi ve sakarlık konularına değindik. Sonra biz çıktık, içeri Gökçe alındı. O da uzunca bir süre psikologla görüştükten sonra odadan çıkarıldı ve bir süre daha beklememizden sonra nihayet profesörümüzün huzuruna çağrıldık. Yani yaklaşık dört saat sürmekle birlikte, düşündüğümün tam tersi bir muayene süreci gerçekleşmişti.

Doktorumuz gülümsüyordu. Karşısındaki koltuklara oturduk. Gökçe ise odadaki çizim tahtasında birşeyler çizmeye başlamıştı. Konuşmalarımızla ilgilenmiyor gibiydi. Merakla doktorun yüzüne bakıyordum. O ise gülümsemeye devam ederek, "Kızınız dört dörtlük bir hiperaktivite vakası" dedi.

Kendimi "zihinsel engelli" teşhisine o denli hazırlamıştım ki, birden bir ferahlama hissettim. Aslında hiperaktif bozukluğun ne bela bir şey olduğuna dair sağlam bir fikrim vardı, çünkü o konuda bir film izlemiştim. İşin gerçeği, Gökçe'nin hiperaktif olduğunu düşünmezdim ve her daim "şükür en azından hiperaktif değil" derdim. Bunu doktora söylediğimde yine gülümsedi. "Bu kız, meslek hayatımda kız çocuklarında gördüğüm en ağır hiperaktivite vakası. Kız çocuklarının hiperaktivitesini erkek çocuklarında olduğu gibi düşünmeyin. Yoğun bir dikkat eksikliği de var."

Sonra diyalog şu şekilde gelişti:

- Tamam, peki hocam, bu durumda ne yapacağız?
- (Gülümsemeye devam ederken) İlaç kullanacağız.
- (Ben de gülümseyerek) Yooo, hayır hocam, küçücük çocuğa ilaç kullanmam. O sorumluluğu alamam.
- (Gülümsemeye devam edip yan rafından kırmızı reçete çekerken) Kullanacaksınız, kullanmak zorundasınız.
- Nee? Hem de kırmızı reçete mi? Asla olmaz hocam! Hayatta olmaz! Boşuna yazmayın, kullanmayacağım! Terapisi falan olmalı! Terapiye götürürüm.
- (Bu kez ciddileşerek) Bakın başka seçeneğiniz yok, terapiyle falan olmaz. Bu çocuk "zekâsını" kullanamayacak denli ağır bir hiperaktivite yükü altında...

Tam o noktada iç sesim: Zekâ? Sahi zekâ testi sonucu ne acaba? "Zekâsını kullanamıyor" da ne demek?

Dış sesim: Zekâ durumu nasıl hocam?

- Buyrun...

Doktorun elime tutuşturduğu kağıda baktım. Grafikler, sütunlar, rakamlar ve kağıdın en sonunda bir rakam.

Rakam, çok tuhaf. Yüksek bir rakam. O anda bir anlam verir gibi olduğum, ama tam olarak emin olamadığım bir yüksek rakam. Usulca, korka korka sordum.

- Bu sonda yazılı olan rakam IQ değeri mi?
- Evet o rakam IQ değeri.
- Yüksek değil mi hocam?
- Evet, hem de çok yüksek.

Yine bir şok... Şimdi bu ne anlama geliyor? Kısa bir süre düşündükten sonra ben, yani okulda "hayır zihinsel engelli değil, benim kızım çok akıllıdır" nakaratını tutturmuş, yaşamını adeta "kızım çok akıllıdır" sayıklamalarına özgülemiş olan ben, yüzümde muhtemelen sinirli bir gülüşle ve Gökçe'nin de odada olduğunu anımsayarak aynen şunu söyledim:

- Çocuk odadan çıksın mı hocam?
- Hayır, zaten çok dışlanmış ve hırpalanmış. Sorunun ne olduğunu bilmeye hakkı var.
- Hocam bu test hatalı olabilir mi? Kızım akıllıdır deyip dururdum ama bu kadar da akıllı olduğunu sanmıyorum, sonuçta okuma-yazmayı öğrenemeyen bir çocuktan bahsediyoruz?!
- Bu test hatalı olabilir tabii ki. Fakat azami IQ seviyesini göstermekte hatalı olabilir. Asgari zekâ seviyesi budur.
- Şimdi, durun bir saniye! Yani Gökçe üstün zekâlı mı?
- Daha fazla. Bu, deha sınırında bir zekâ ve çocuk teste ağır hiperaktivite-dikkat eksikliği haliyle girdi. İşte bu yüzden ilaç kullanmak zorundasınız. Çünkü çocuğunuzda otizmin serpişik halleri de var.
- Yani, kızım otistik mi?
- Hayır tam bir otizm teşhisi koymuyorum. Otizmin bazı halleri serpişik durumda. Ayrıca okuma-yazmayı da bilmiyor değil. Disleksisi var.
- Disleksi nedir hocam?
- Harfleri ters algılıyor.
- Evet, harfleri ters yazar. Şimdi bu ne demek oluyor?
- Harfleri aynadan yansıyan halleri ile algılıyor. Yani aslında okuma-yazma biliyor ama tersten algıladığı için düz okuyup yazamıyor. Bu yüzden de testte sözel puanı performans puanından anlamlı şekilde düşük çıkmış. Normalde tersi olur. O yüzden de zekâsı test sonucundan çok daha fazla olarak düşünülmeli. Bize disleksi teşhisini koyduran da bu durum zaten. Kızınızda özgül öğrenme güçlüğü var.
- Nasıl yani? Deha tarzı zekâya sahip bir çocukta nasıl öğrenme güçlüğü olur hocam?
- Disleksi... Özgül öğrenme güçlüklerinden biridir. Çoğu dahide bu sorun vardır. O yüzden de genellikle okulda başarısız olurlar. Dahilerin hayat hikayelerini okuyun.

DİSLEKSİ... Hayatım boyunca ilk kez duyduğum bir sözcüktü bu. O an biraz düşündüm. Nihayet anlamıştım ki, kızımın berbat düzeyde bozuk yazısı, zaten sorununun ne olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yani Gökçe şaka yapmıyor ya da dalga geçmiyordu. İçine de kapanmıyordu. Aslında yardım istiyordu. Çok açık bir şekilde, içtenlikle yardım istiyordu. Yardım isteği, bölük pörçük yazmaya çalıştığı defterlerinden haykırıyordu. Peki neydi defterlerinden hemen anlaşılan bu sorun? Ters yazmaktı elbette. Gökçe harfleri ters yazıyordu. Diyebilirsiniz ki, her çocuk zaman zaman ters yazar. "E"leri, "b" ve "d"leri, 6 ile 9'u karıştırabilir vs. Hayır, Gökçe istikrarlı bir şekilde ters yazıyordu. "p"lerin, "g"lerin kuyruklarının yönleri bile tersti. Çoğu zaman yaptığı "b" veya "d", aslında onun "p"si idi ve bu yüzden yazdığı sözcükler okunamıyordu. Aynı şekilde "r"ler "n"lerle karışıyordu, "n"ler "u"larla... "R"ler tersti, "k"ler ters yöne bakıyordu. Satırı da tutturamıyordu. Bazı harfler zeminde iken (başlangıç) zamanla satırın üzerine çıkıyor ve kareli defterde iki satır boşluk bırakmışsa üst satırda devam ediyordu. Çizgili defter ise, üst satırda diğer yazı ile karşılaştığında ani bir dönüşle aşağı iniyor, bu kez de en az bir satır aşağıya atlıyordu. Bazı yazma çalışmalarında verev gidiyordu. Sanki defteri eğik tutuyormuş gibi. "Kızım neden şu satırı düzgünce takip etmiyorsun?" dediğimizde ise "Ben düzgün yazmışım, görmüyor musunuz?" diyerek aşağıya doğru kayışının düz olduğunu iddia ediyordu (Bu verev yazma durumu beşinci sınıfa dek devam etti).

Doktorumuza sormaya devam ettim.

- Bu durumu nasıl farkedemedim? Suçluluk duyuyorum.
- Siz farkedemeyebilirsiniz. Sonuçta eğitmen ya da öğretmen değilsiniz. Ama öğretmenlerinin anlaması gerekiyordu.
- Peki kendisi neden farkında değildi? (Sorduğum en aptalca sorulardan biri olmalıydı bu.)
- Olamaz ki, o zaten diğerlerinin harfleri kendisi gibi algılayamamasının nedenini kavrayamamanın sıkıntısı içinde.
- Peki, ilaç bu durumu düzeltecek mi?
- Düzeltecek. Bakın bu çocuğun ortası yok. Ya ilacı kullanmayıp öğrenme güçlüğünü yenemeyecek ve bu zekâ da onu rahat bırakmayacağı için tarihe kötü anlamda geçecek işler yapacak, ya da ilacı kullanıp zekâsını değerlendirecek ve belki de tarihe geçecek iyi işler yapacak.
- Yine de ilaç kullanmayı düşünmüyorum hocam. Nasılsa zekâ durumu anlaşıldı, başka bir formül deneyebilirim. Hem garanti edebiliyor musunuz ilacı kullandığımız takdirde işe yarayacağını?
- Garanti ediyorum tabii ki. Bu bir konsantrasyon ilacı. Aslında bir uyarıcı. Sakin insanlarda hareketlilik sağlar ama hiperaktiflerde yatıştırıcı bir etkisi vardır. Yüksek zekâ düzeylerinde çok verimli sonuçlar alınıyor. Sonuçta nasıl ki gerektiğinde tereddütsüzce antibiyotik kullanıyorsunuz, bunun da öyle bir şey olduğunu düşünmelisiniz.
- Peki bu ilacı ne kadar süre ile kullanacak?
- Okul hayatı boyunca kullanması gerekebilir. Üniversite bitene dek. Hatta meslek hayatında da kullanabilir. Sadece okula gittiği zaman kullanabilirsiniz. Buna bir çeşit okul ilacı da diyebiliriz. Çocuğunuzun akademik başarıya ihtiyacı var. Yoksa dışlanmaya devam edecektir ve yitip gidecektir.
- Yani süresiz kullanım. Antibiyotikler kısa süreli kullanılır.
- Evet ama çocukta hormonal bir sıkıntı var. Dopamin (dürtü-uyum) hormonu salgılanmıyor. Bu yüzden de uyumsuz. Zekâsını iyi bir yönde kullanabilmesi için bu hormonun düzgün şekilde salgılanmasına ihtiyacı var.  
- Anladım hocam, reçeteyi alayım ama yine de araştıracağım. Bu arada, test sonucu bende kalabilir mi?
- Normalde aileye verilmez ama sizde kalabilir. Öncelikle, gerçekten çok hırpalanmışsınız. Bu size iyi gelecektir. Bir de dediğim gibi, bu test azami zekâyı gösterme konusunda pek de önemli değil. Sonuçta disleksili çocuklara yönelik değil bu testler. Mevcut testlerle bu çocuğun gerçek IQ'su ölçülemez.

Sonuçta akşam uykusunu getirecek bir ilaç daha reçete edildi ve kontrol muayene tarihinde doktorla tekrar görüşmek üzere klinikten çıktık. Öğle olmuştu. Eşime arabayı doğruca okula sürmesini söyledim.

(Devam edeceğim)

 


Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (4)

Birinci sınıf kâbus halinde devam ediyordu. Yılbaşı yaklaşmıştı, yani ilk dönemin sonuna geliyorduk ve Gökçe hâlâ okuyup yazamıyordu. Konuşamıyordu da. Benimle konuşurken bir sorunu yok gibiydi. Sinirlenip haykırmaya başladığında da. Fakat bir meseleyi, bir konuyu, bir düşüncesini başka bir ortamda anlatmaya çalışırken sürekli takılıyordu. "Iıııh, aaa, uuu, şey, ııı..." derken bir anda "unuttum" diyordu. Ya da bıkkınlıkla "neyse" deyip vazgeçiyordu. Sanki düşündüğü şeyi söyleyebilmesi için gerekli olan sözcükleri bir türlü bulamıyordu ve bu sıkıntısı özellikle okulda çok yoğundu. Bu yüzden de konuşmamayı tercih etmeye başlamıştı. Diğer çocuklar onunla alay ediyorlardı. Nitekim bir keresinde küçük bir kız, öğle arasında yanımıza gelip merakla sormuştu: "Gökçe neden bebek gibi konuşuyor?" Gökçe onun bu sorusuna yanıt vermeyip sakince sandviçini yemeye devam etmişti. Bense çaresiz, "konuşur, ben de onun gibiydim ama şimdi hiç kimsenin susturamadığı kadar çok ve hızlı konuşuyorum" diyebilmiştim. Gerçi bu bir yalan değildi. Çocukken ciddi bir konuşma güçlüğü çekerdim ve üniversite yıllarımda ancak düzelebilmiştim. Sonra da neden DJ ya da VJ olmadığım şakalarına maruz kalacak denli çok, hızlı ve seri konuşan bir insan olup çıkmıştım. Sanırım bu yüzden de, birinci sınıfta Gökçe'nin konuşma güçlüğünden ziyade okuma-yazma sorunlarına kafa yoruyordum. Onu göz doktoruna götürüp gözlerinde bir sorun olmadığını öğrendiğimiz halde, ısrar edip bir dinlendirici gözlük taktığımız zaman diliminde bile okuyamamıştı. Basit toplama-çıkarma işlemlerini de hâlâ yapmıyordu.

Bir gün öğretmeni beş ile yediyi bile toplayamadığını ve mutlaka bir doktora götürmemi söylediğinde, akşam evde onu çalıştırma çabalarım sırasında artık öfkemi kontrol edemeyip, avazım çıktığı kadar bağırdım: "Beş ile yediyi bile toplayamıyormuşsun! Parmağınla bari toplamaya çalışsan ne olur?!" Gökçe de bana dönüp benzer bir öfke ile "Beşle yediyi kim toplayamaz anne? Sen de mi beni aptal sanıyorsun?" şeklinde haykırdı. Bu yanıt üzerine oturup sakince düşünmeye başladım. Sık sık okulun saçma bir yer olduğunu söylerdi, evet. Okulda gereksiz şeyler öğretildiğini de. Daha ana sınıfına başladığı gün laboratuvarın nerede olduğunu sorduğunda çok iyi biliyordum ki, Gökçe okuldan çizgi film karakteri Dexter'ın laboratuvarı gibi bir laboratuvar bekliyordu. Bunda benim de hatam olduğuna emindim. Çünkü Gökçe o çizgi filmi izlerken kendisine de Dexter'ınki gibi bir laboratuvar isterdi. Ben de evde bir laboratuvar kurmanın olanaksızlığını anlatıp, okulda laboratuvar çalışmalarının içinde olacağını söylerdim. Fakat okul derken en azından ortaokulu kastettiğimi söylemeyi korkarım ki ihmal ederdim. Yani okuldan farklı beklentileri vardı, bundan emindim ve okul ona bunları veremiyordu. Fakat o sırada bana göre çok daha ciddi bir sorunumuz vardı. Okumayı ve yazmayı öğrenememesi. Okuyup yazamayan bir çocuğun, okuldan farklı beklentileri olduğu iddiasını kime yöneltebilirdim ki? "Kızınız öncelikle okuma-yazmayı öğrensin" demezler miydi? Ve bu durumda çok haklı olmazlar mıydı? Biraz düşündükten sonra Gökçe'ye en azından okuyup yazabilmek için çalışması gerektiğini söyledim. Sonra da sordum; "Bu şekilde hiç çalışmayarak, hiç çaba göstermeyerek nereye varabileceğini sanıyorsun?" Uzandığı yerden bana sakince yanıt verdi, "Anne biliyorum, bu işi başaramazsam çöpe atılmış bir dahi olacağım."

...

Bunu duyduğum anda kısa bir şok geçirdiğimi söylemeliyim. Önceki öğretmeninin "zihinsel engelli", o anki öğretmeninin de "okuyamıyor, basit toplama-çıkarma işlemlerini bile yapamıyor" dediği kızım, kendisinin bir dahi olduğunu söylüyordu. Dahi? Onun bana inanılmaz derecede akıllı göründüğü zamanlarda bile aklıma gelmeyen bir durumdu bu. Üstün zekâlı, belki, ama deha kapasitesinde olduğunu hiç düşünmedim. Yani, hiç düşünmemiştim. İşte şimdi çocuk sakince ve kendinden emin bir şekilde bir dahi olduğunu söylüyordu. Gülsem mi, ağlasam mı bilemediğim bir andı o. Ne diyeceğimi bilemediğim bir an... O yüzden de derin bir nefes aldım, yutkundum ve hafifçe gülümseyerek "ne güzel işte bak, kapasitenin farkındasın, bunu gösterip göstermeme kararını verecek olan da sensin ve göstermeye karar verdiğin takdirde ne yapman gerektiğini de çok iyi biliyorsun" deyip onu kendi haline bıraktım. O sırada "Ne dahisi, sen daha bir kelime bile yazamıyorsun" gibi bir yaklaşım bana doğru gelmediği gibi, dahi olduğunu falan da düşünmüyordum. Sadece, çizgi filmlerden de etkilendiğini sandığım şekilde kendisini büyük bir iddia halinde dahi olarak nitelediğini düşünmüştüm ve bunun olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğunu merak ediyordum, o kadar. Fakat kısa süre sonra bir akşam, onun bu sözünü ciddiyetle düşündürten ve bir doktora götürmeme kesin karar vermeme neden olan olay gerçekleşti.

Mutfakta yemek hazırlamakla uğraşıyordum. Gökçe yanıma gelip babasının ne zaman evde olacağını sordu. Telefon ettim ve Gökçe'ye dönüp "Beş dakika sonra evdeymiş" dedim. Gökçe anında yanıtladı: "Yani 300 saniye sonra, biir, iikiii, üüüçç, döört, beeşş....." Nasıl şaşırdığımı tahmin edemezsiniz. Basit toplama-çıkarma işlemlerini yapamadığı söylenen kızım, anlık şekilde zihinden çarpma işlemi yapıyordu ve dakika-saniye hesaplıyordu. Elbette ki bunu çoğu çocuk yapabilirdi. Ama burada sözkonusu olan, zihinsel engelli olduğu ima ya da iddia edilen bir çocuktu. Aslında sinirlenmiştim. Beş ile yediyi toplayabildiğini de biliyordum. Madem ki yapabiliyordu, neden yapmıyordu? Bu onun için bir oyun muydu? Kötü bir şaka yapmakla mı uğraşıyordu? Bu bir şaka ise, yaklaşık iki yıla neden yaymıştı? Yoksa ben dahil herkesle dalga mı geçiyordu? Şımarık mıydı? Ukala mıydı? Peki, dahi olduğunu söylerken sarfettiği "bunu başaramazsam..." lafı neydi? Başaramadığını söylediği şeyin okuma-yazma işi olduğu çok belliydi ve o konuda yalan söylediğini hiç sanmıyorum. Başaramayışının onu kara kara düşündürdüğünden de emindim. Fakat ya matematik? İşte bal gibi bırakın basit toplama-çıkarma işlemlerini, zihninden çarpma işlemi yapıyordu. Bunu okulda neden yapmıyordu? Yoksa onun için de öncelik okuma-yazma meselesi miydi... Okuma-yazma sorununu halledemediği için matematik yetisi ona bir şey ifade etmiyor muydu...

Okulda bu durumu anlatmaya çalışmanın, konuşmanın ise bir faydası olmamıştı.

- Hocam akşam beş dakikanın üçyüz saniye olduğunu anında söyleyiverdi.
- Evet olabilir ama defterleri boş.

Bir annenin anlatımları işte ancak bu kadarcık bir ilgi uyandırıyordu. Hatta tepki: "Ama defterleri boş."

Sonuçta ülkemizin en iyi tıp fakültelerinden birinin çocuk psikiyatri bölüm başkanı olan profesörün sekreterinden rica-minnet üç ay sonraya bir randevu alabildim. Yani mart ayına. Aradaki süreçte, kâbus kesintisizce devam etti. İkinci dönemin başında artık Gökçe dışında tüm sınıf okuyup yazabiliyordu. Defter-kitaplarımız hâlâ boştu. Daha doğrusu, matematik defterimiz boştu ama Türkçe defterimizde bazı yazma çabaları gözlenebiliyordu. Yazısı tek kelime ile berbattı. Yanlışlarla doluydu. Kalem tutuşu da yanlıştı ve bir türlü düzeltemiyorduk. Kolunun ve elinin çok çabuk yorulduğunu söyleyip duruyordu. Yazısına ayrıca değineceğim.

Mart ayı yaklaştığında biricik kızım hâlâ okuyamıyor ve yazamıyordu. Öğretmeni ise bir gün o korkunç gerçekle karşıma dikildi. "Gökçe birinci sınıfı geçemeyecekti." Çünkü öğretmen, okuma-yazma öğrenememiş bir çocuğu ikinci sınıfa geçiremezdi. Gözlerini gözlerime dikip, "Birinci sınıfı kim geçemez? Sen söyle!" dedi. Düşündüm. Evet, birinci sınıfı kim geçemezdi ki?

Öğretmenden doktor randevumuzun sonucunu beklemesini rica ettim. Aslında onun da kafası çok karışıktı ve bunu derinden hissedebiliyordum. O ara hüzünle başka bir durumu anlattı: "Kesinlikle aptal değil, bazen ağzımı bir karış açık bıraktıracak şeyler söylüyor. Okuldan beklentilerinin çok farklı olduğundan da eminim. Örn. basit bir toplama işlemini neden yapmadığını sorduğum bir gün, "Çünkü bu çok saçma" demişti. Sinirlerime hakim olup "senin için ne saçma olmazdı?" diye sordum. Sınıfın slayt ekranını gösterip, "Şurada süpersonik uçak motorlarının nasıl çalıştığını anlatsanız saçma olmazdı" dedi. Doktor muayenesinin sonucunu ben de merakla bekliyorum."

(Devam edeceğim)


29 Şubat 2016 Pazartesi

Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (3)

Gökçe'nin sınıflardan atıla atıla ilerlemeye(!) başladığı ilkokulda, birinci sınıfın birinci ayının sonunda, orta yaşlı erkek öğretmenimizle birlikte nihayet okulla olan sorunlarımız biraz olsun hafiflemişti. Bu öğretmen tatlı-sert ve genel olarak şakacı biriydi. Gökçe'nin sempatisini kazanmıştı. Gerçi Gökçe, ana sınıfının ikinci gününde onu sınıfından atan öğretmen dışında tüm öğretmenlerini sevmişti.

Arkadaşlık kurmak konusunda da bir sorunu yok gibiydi. Girişken ve neşeli bir çocuktu. Bir çocukla yeni tanıştığında, arkadaşlığı sorunsuzca başlatırdı: "Merhaba, benim adım Gökçe, birlikte oynayalım mı?"

Ya da yolda yürürken zemin kat balkonlarında oturan ileri yaş bir çifte gülerek; "Merhaba, bugün hava ne kadar güzel değil mi, ben okula gidiyorum, size iyi günler dilerim."

Fakat arkadaşlığı kolaylıkla kurabilen kızım, aynı kolaylıkla sürdüremezdi. Birkaç gün içinde kavga eder, tartışır, sinirlenir, bağırıp çağırır ve bitirirdi. Bu konuyu ayrıca detaylandıracağım.

Tekrar okula dönecek olursam... Gökçe bu öğretmenle daha uyumlu gibiydi. Fakat bir süre sonra diğer bir acı gerçeği farkettik ki, okumayı ve yazmayı öğrenemiyordu. Matematik işlemleri de yapamıyordu (Ya da biz öyle olduğunu düşünüyorduk).

Aslında günümüz oyuncak dünyası, çocuklara daha okula başlamadan okuma-yazma öğretmeyi mümkün kılan materyalleri ailelere sunuyor. Biz çocuk sahibi aileler de, ne denli inkar edersek edelim, ne denli yanlış olduğunu bilirsek bilelim, çocuklarımıza çok erken yaşta okuma-yazma öğretmeye çalışıyoruz. Bu bir gerçek. Kimi çocuk öğrenebilirken, kimi de öğrenemiyor. Öğrenen çocukların aileleri genellikle çocuklarının kendi kendine öğrendiğini söylüyorlar. Bu çocuklar hemen üstün zekâlı kabul ediliyor. Oysa araştırmalar ve uygulamalar, biraz uğraşıldığında orta zekâlı çocukların da çok erken yaşta okuma-yazma öğrenebildiklerini gösteriyor. Tıpkı bu çocukların da çok erken yaşta bilgisayar, akıllı telefon, tablet gibi bilişim araç-gereçlerini kullanmayı öğrenebildikleri gibi. Ben de Gökçe'ye okul öncesinde birşeyler öğretmeye çalışmıştım fakat öğrenememişti. Harfleri tek tek tanıyabiliyordu ama bir türlü bir araya getirip okuyamıyordu. Beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladığımda okumayı hemen öğrenip sorunsuzca devam etmiş ve onaltı yaşında üniversiteyi kazanmayı başarmış bir anneyim ve zannediyordum ki, kızım da aynı rotayı takip edebilirdi. Çünkü görünen tablo ve hissiyatım, kızımın benden çok daha akıllı olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, evdeki hesabım çarşıya uymamıştı, uymuyordu.

Bugün genel zihinsel yetenek alanında BİLSEM öğrencisi olan kızım konusunda yeni tanıştığım ve durumu öğrenen arkadaşlarım sorarlar, "Kaç yaşında okuma-yazmayı öğrendi? Matematik işlemleri kaç yaşında yapmaya başladı?" Yanıtım, "Okuma-yazmayı birinci sınıfta bile öğrenemedi, matematik işlemleri yapmakta çok zorlanıyordu" olunca şaşırırlar. Bu doğru. Gökçe öyle üstün zekâlı çocukların özelliklerinin tarif edildiği analizlerde maddelenen durumların çoğunu sergileyememişti. Bir kere üstün zekâlı çocukların özelliği olarak verilen "hemen hemen her şeyi erken yaşta yapmaya başlarlar" durumu olmadığı gibi, tam tersi, hemen hemen her şeyi geç yaptı. Buna konuşmak da dahil ki, bugün oniki yaşında olan kızım, hâlâ akıcı konuşma güçlüğü çeker.

Peki, okuma-yazmayı öğrenme, matematik işlemleri yapabilme ve akıcı konuşma/anlatma güçlüğü çeken ve inanılmaz derecede sakar olması ile ünlenen küçük kızımın bana iki-üç yaşından itibaren çok akıllı olduğunu düşündüren durumlar neydi?

Öncelikle, belirli durumlar karşısında gösterdiği davranışlar, yaptığı tespitler, belirli sorunları çözme konusunda bulduğu yöntemler, sorduğu sorular ve sergilediği bazı yeteneklerdi. Yetenekler deyince, misal yön bulma yeteneği müthişti. Daha üç buçuk yaşında iken Hava Harp Okulu, havalimanı ve helikopter pisti olan bir özel hastane üçgeninin ortasında bir eve taşındığımızda, görüş alanının dışında olmasına rağmen, tepemizdeki yoğun helikopter hareketliliğini bir süre dinledikten sonra doğruca Harp Okulu'nun bulunduğu yönü işaret edip, "Şu tayafta biy savaş meykezi olmalı!" şeklinde bağırdığı gün, ya da aynı muhitte yürüyerek gittiğimiz uzak parktan eve dönüş yolunu kaybettiğimde "anne şuyadan gitmeliyiz, şuyaya sapmalıyız" diyerek evimizi bulduğu gün, bana bunu düşündürmüştü. Öyle hissediyordum ki, Gökçe ile gece karanlığında bir ormanda kaybolsak, çıkış yolunu bulabilirdi. Üç-dört yaşında ağaçların dibindeki otlara bakıp yönleri tayin edebiliyordu. Bu bir bilgi idi ve büyük olasılıkla izlediğimiz belgesellerden öğrenmişti. Fakat burada önemli olan, uygulayabiliyor olmasıydı. Başka bir örnekte, dört yaşında beni fena halde sinirlendirdiği bir gün karşılıklı bağrıştığımız sırada, "sen bana böyle davyanayak suç işliyoysun anne, işlediğin suçun cezası da şu kitapta biy yeyde yazıyoy olmalı" deyip kitaplıktan Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" kitabını aldığı gün ise, aslında okumayı bildiğini düşünmüştüm. O sırada kitabı okuyabildiği için mi, yoksa kitap kapağındaki "suç ve ceza" ibaresini kalıp olarak tanıdığı için mi alıp gösterdiği konusu, bugün bana göre hâlâ bir muammadır. Zira o kitabın kapağında yazan ibareyi ona özel olarak açıkladığımı hiç hatırlamıyorum.

Sonuçta okulda okumayı-yazmayı öğrenemiyordu ve bu durum öğretmeni tarafından hemen her karşılaşmamızda dile getiriliyordu. Bir türlü anlam veremediğim bir durumdu bu. Defterleri boş gibiydi. Test kitapları da. Sadece resim çiziyordu, güzel resimler. Şaşırtıcı derecede değişik hayvan karakterleri çiziyordu. Gökkuşağına da özel bir ilgisi vardı. Renklerin hepsini çok sevdiğini söylüyordu.

Hiç arkadaşı yoktu. Başlangıçta kurduğu tüm arkadaşlıkları bitmiş, yapayalnız bir çocuk haline gelmişti. Aslında iştahlı bir kız arkadaşı vardı. Uzun öğle aralarında okula gidip Gökçe'ye birşeyler yedirmeye çalıştığımda o da yanımızda olurdu. İşte o sıralarda maalesef kötü bir şey yapmaya başladım. Esasen utanç verici bir şey. Kızımla o bari arkadaşlık etsin diye çocuğa çikolata-gofret tarzı da dahil olmak üzere kantinden ne isterse alıyordum. Bir anlamda çocuğumla arkadaşlık etmesi için başka bir çocuğa rüşvet verir hale gelmiş ve belki ailesinin istemeyeceği şekilde sağlıksız beslenmesine neden olmuştum. Fakat zaten bu durum da uzun sürmedi. Kalan son arkadaşı olan o çocukla da bozuştu. Bu konuyu sorduğumda aramızdaki diyalog şöyle gelişmişti:

- X arkadaşınla neden bozuştun?
- Çünkü o sadece pembeyi seviyor.
- Olabilir, sen de farklı bir rengi sev, bu önemli mi?
- Ben tüm renkleri seviyorum fakat X tüm renklerin aynı anda sevilemeyeceğini söylüyor. Herkes bir rengi daha çok sevmeliymiş.
- Bu da onun fikri. Saygı duyabilirsin. Herkes aynı şekilde düşünmek ya da hissetmek zorunda değil. Her konuda anlaşmak zorunda da değil. Arkadaşlığı bitirmek için çok da geçerli bir sebep gibi gelmedi bana.
- Ama anne, olur mu? X tek rengi sevdiğine göre gökkuşağını sevmiyor demektir. Gökkuşağını sevmeyen bir çocukla arkadaşlık etmek istemiyorum. Bu da benim fikrim ve sen de buna saygı duy.

Sonuçta tüm arkadaşları ile şu ya da bu nedenle bozuşmuştu. Bir gün okula gittiğimde teneffüs anına denk geldim. Okulun bahçesinde tüm çocuklar koşturuyor, gülüşüyor, ip atlıyor, top oynuyor, gruplar halinde turluyorlardı. Çocuklara göz gezdirirken bir ara Gökçe'yi gördüm. Tek başına, bir ağacın dibine çömelmiş, zemine bakıyordu. Uzaktan izlemeye devam ettim. Beş dakika... Tam beş dakika, hiç kıpırdamadan ağacın dibini inceledi. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ya otları inceliyordu, ya da birkaç karıncayı. Beş dakika öyle uzun bir süreydi ki, dayanamayıp yanına gittim... Ne yaptığını sordum, "düşünüyorum" dedi. Nitekim ağacın dibinde ne ot vardı, ne de karınca. Ne düşündüğünü sordum, "hiç" dedi ve anlatmadı. Anlamıştım ki, Gökçe artık tamamen içine kapanıyordu. Bana anlatmaktan bile vazgeçmeye başlamıştı.

Öğretmenine yalnızlık durumunu sorduğumda ilginç bir şey söyledi; "Hem dışlanıyor, hem de kendisi dışlıyor. Yani arkadaşlarıyla karşılıklı bir dışlama-dışlanma durumu sözkonusu."

Başka bir gün yine uzun teneffüs sırasında biraz erken gidip sınıfa girdim. Çocukların çoğu henüz dışarıya atlamamışlardı. Bazıları beslenme çantasını açmıştı. Sınıftaki birkaç çocuğa, birlikte bir oyun oynama teklifinde bulundum. Bir büyüğün kendileri ile birlikte oyun oynama teklifi onları heyecanlandırmıştı. Hangi oyunu oynamak istediklerini sordum. Biri saklambaç dedi, diğeri dışarı çıkıp ip atlama, başka biri köşe kapmacanın bir türü olan sıra kapmaca vs. O sırada sessiz duran Gökçe'ye sordum; "Sen ne oynamak istersin?" Gökçe heyecanla gülümsedi ve "Düş balonları patlatmaca!" dedi. Ben dahil herkes sustu. Tam karşımdaki sevimli kız bana baktı ve ellerini iki yana açıp omuzlarını silkeleyerek gülümsedi. Çocuk adeta "Senin kızın işte böyle" der gibi gülümsemişti. Çocuklarla oyun oynamaktan vazgeçtim. "Düş balonları patlatmaca..." Hangi çocuk grubu böyle bir oyun ya da böyle bir oyunu talep eden bir çocukla oynamak isterdi ki... Anlamıştım ki, Gökçe ile sadece kendisi gibi bir çocuk iletişim kurabilirdi. Zekâdan bahsetmiyorum elbette. Çünkü o sırada zekâ konusunda da yine ümitlerimi yitirir hale gelmiştim. "Kızım gerçekten de düşündüğüm ve hissettiğim kadar akıllı mıydı, yoksa ben sadece kendimi mi kandırıyordum?" (Devam edeceğim)




24 Şubat 2016 Çarşamba

Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (2)

"Zihinsel engelli" evet. Küçük kızım için okulda konan üçüncü tanı buydu. Onu uygun bir okula yollamamı, normal okullarda zorlamamamı söyledi birinci sınıftaki ilk öğretmeni. Bugün sorsanız, inkâr edeceğinden eminim. Konuşma ikimizin arasındaydı ve aramızda her ne geçtiyse sonradan hep inkâr etmişti. Ama ona kızmıyorum. Belli ki onun da sorunları vardı. Hem de çok sorunluydu. Bir tercih şansım olsaydı, ilk kez öğretmenliğe başladığı o sene sürekli yalan söylemesi ile ünlenen o sözde "başarılı ve sosyal" genç bayan öğretmen yerine adeta "doğrucu davut" denilebilecek "asosyal ve başarısız" kızımı tercih ederim. Bunu kızım olduğu için yazmadığımdan emin olabilirsiniz.

Sonuçta o gün kıyamet koptu. Öfkesini pek de kontrol edemeyen ben, bir yandan ağlayıp bağırırken, diğer yandan kızımı kolundan tuttuğum gibi okul müdürünün odasına yürüdüm. Gökçe de ağlıyordu, çünkü öğretmenle olan tartışmamızın son kısmında yanımıza gelmiş, onun "alın kızınızı benim sınıfımdan, istemiyorum sizin çocuğunuzu!" şeklindeki bağırışlarını duymuştu. Gökçe ise öğretmeninin bu sözlerine rağmen onun bacaklarına sarılmış, "öğretmenim, seni çok seviyorum, lütfen beni atma, anne, öğretmenimden ayrılmak istemiyorum" şeklinde adeta sayıklayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat onun bu yalvarışlarına rağmen öğretmen duygusuz, ruhsuz ve buz gibi donuk, soğuk bir tavırla çocuğu kolundan çekerek sanki bir böcekmiş gibi silkeleyip kenara savurduktan sonra sınıfa yürümüştü.

Ana-kız ağlayarak müdürün odasına ulaştığımızda, adamcağız hemen ayağa fırlayıp bizi içeri aldı ve koltuklara oturttu. Önce sakinleştirmeye çalıştı. Sonra Gökçe'ye meyve suyu söyledi, bana çay vs. Kendi koltuğuna oturup ne olduğunu sordu. Ağlamaya devam ederken anlatmaya başladım. "Bu okulda büyük bir sorun var hocam, daha 5-6 yaşındaki bir kız çocuğu, ana sınıfından itibaren okulun başbelası ilan edildi. Kime ne zararı oldu kızımın? Benim bildiğim, ortaokul veya lisede bazı saldırgan erkek çocuklar bu derece sorunlu kabul edilir. Küçücük bir kız için bir eğitim politikası belirleyemediler. Önce otistik, sonra şizofren, şimdi de zihinsel engelli diyorlar. Oysa bu çocuk çok akıllıdır! İlköğretim zorunludur ve çocuğumun yasal hakları var. Bu şekilde sınıftan sınıfa atılıp durulamaz! Öğretmeninizi şikayet edeceğim!"

Müdür gülümseyip bir kağıt uzatırken aynen şunu söyledi: "Ben senin kızı biliyorum, bazen teneffüslerde bahçeye çıktığında izliyorum. Doğru diyorsun, o hepsinden akıllı. Dilekçeni hemen yaz, öğretmeni okuldan göndereyim."

Bu sözleri duyduğum anda yaşadığım şaşkınlığı takdir edersiniz. Duraladım, biran ne diyeceğimi bilemedim. Sonra düşündüm ve şikayet etmekten vazgeçtim. Şunu anladım ki, bir yetkili size haklılığınızı hemen teslim ediyorsa, işi uzatmayı gereksiz buluveriyorsunuz. İşte insiyatif kullanan akıllı yetkili budur. Bu müdür gibi biridir ki o adam, Gökçe'nin hayatını olumlu yönde değiştiren yetkili olarak onun kişisel tarihine geçmiştir.

Müdürümüz biraz daha sohbet etmemizden sonra ve Gökçe'nin de tamamen yatışması ile bana dönüp "Şimdi sizi bir öğretmene götüreceğim. Bana güven. Bu çocuk artık bende. Gözün arkada kalmasın" deyip onun kolundan tuttu ve birinci sınıfların koridoruna yürüdü. Bir sınıfın kapısında durduk. Sınıfın orta yaşlı erkek öğretmeni kapıda bizi gördüğünde müdüre bakıp, "ama yeter artık, yüküm ağır zaten" şeklinde sözlerle itiraz etti. O anda yine dünya başıma yıkılıverdi. Anlamıştım ki, küçücük kızım diğer öğretmenler arasında da ün yapmıştı ve hiç kimse onu istemiyordu. Müdürümüz kararlı bir ses tonu ile "bu çocuğu alacaksın ve gereğini yapacaksın" dedi. "Tamam ama, siz de bir doktora götürün" dedi bana endişeli gözlerle bakan öğretmen. Yine gözlerim dolmuştu. "Götüreceğim hocam ama lütfen bize yardım edin".

İnanamıyordum. İlkokul birinci sınıftaki çocuğumu sınıfına kabul etmesi için resmen bir öğretmene yalvarır hale gelmiştim. Kalbim çok kırıktı ve inanıyorum ki tüm o konuşmaları dinlemekte olan Gökçe'nin durumu benden daha kötüydü. Sonuçta sınıfa girdi ve kapı kapandı. Müdüre teşekkür edip evin yolunu tuttum. Yolda özel okul seçeneğini düşünmeye başlamıştım. İlkokuldaki bir çocuk için özel okullara para vermenin anlamsızlığına inanırdım ama artık bunun gerekli olduğunu hissediyordum. Eve ulaştığımda kararlıydım. Birinci sınıfı atlattıktan sonra, ertesi yıl bir özel okula yollayacaktım. Fakat ilk anda gösterdiği o tepki nedeniyle içten içe kızdığım bu erkek öğretmeni daha sonra anladım. Adamcağızın sınıfında bir yürüme engelli çocuk, bir hemofilili çocuk ve ana sınıfında sorunlu olduğu tespit edilen tüm çocuklar vardı. Birinci sınıflardaki tek erkek öğretmendi ve rahatına düşkün bayan öğretmenler öğrenci seçip, uğraşmak istemedikleri çocukları hep onun sınıfına yolluyorlardı. Öğretmenimiz, özellikle teneffüslerde sürekli hemofilili çocuğu takip ediyor ve bir yere çarpıp düşmesi gibi durumlarda morarması olduğunda hemen iğnesini yapıyordu. Bir keresinde onun çocuğun iğnesini yapmaya çalıştığına tanık olduğumda, önyargılı davrandığımı anlayıp büyük bir suçluluk duydum. Onun işi belli ki çok daha zordu. Dolayısı ile öğretmenle didişme işinden tamamen vazgeçtim ve sadece kızıma odaklandım. (Devam edeceğim...)


20 Şubat 2016 Cumartesi

Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (1)

Blogu açtığım zaman düzenli yazacağıma dair kendime söz vermiştim. Ancak maalesef planlarınız her zaman uygulanma olanağı bulamıyor. Yaşamın keşmekeşinin beni alıp götürdüğü bir dönem sonrası, yeni bir kararlılıkla işte şimdi tekrar yazmaya başlıyorum.

Bu yazı aslında çok az sayıda çocuğu ve aileyi ilgilendiriyor. Çünkü çok az sayıda çocuk için "acaba zihinsel engelli mi, yoksa dahi mi?" denir. Fakat az da olsalar, onlar aramızda ve anlaşılmayı bekliyorlar.

Kâbus Gökçe'nin ana sınıfına başlaması ile başladı. Gerçi daha önce arasıra yollamak zorunda kaldığımız kreşlerde de yoğun sorunlar bildirilmişti. Fakat ana sınıfı ile durum gerçekten korkunç bir hâl aldı. Hatta, ana sınıfının daha ikinci gününden itibaren...

Gökçe'nin elinden tutup okulun bahçesine giriş yaptığım anda bana sorduğu ilk soru, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi. "Bu okulun laboyatuvayı neyede?"

Okul Devlet okuluydu ve aslında özel okul da olsa farketmezdi ki, ana sınıfı için bir laboratuvarı yoktu. Gökçe'ye okulun bir laboratuvarının olduğunu ama yeni başlayanların henüz laboratuvara alınmadığını, zamanla girebileceğini söyleyerek onu geçiştirdim. Pek de ikna olmamış gibiydi. Ertesi gün ise kıyamet kopmuştu bile. Okuldan arandık, gidip çocuğumuzu almamız söylendi. Adeta koşarak okula gittim. Gökçe ana sınıfı koridorunun ortasında küskün oturuyordu. Öğretmenle konuşmaya başladım ve sorunun ne olduğunu sordum.

- Hiç, şarkı öğretiyordum, söylemediği gibi ellerini masaya vurarak diğer çocukların söylemesini de engellemeye çalışıyordu. Neden söylemediğini ve söyletmek istemediğini sordum, "çünkü bu şarkı çok saçma" dedi. Ona artık okulda olduğunu, öğretmeni olarak söylediğim şeyleri yapması gerektiğini, şarkıya saçma diyemeyeceğini söyledim, sinirlenip bana saldırdı.
-Nasıl olur? Gökçe saldırgan bir çocuk değildir?
-Çocuğunuz çok saldırgan, yardımcıya da saldırdı. Üstelik başını duvarlara vurmaya kalktı, göz teması da kurmuyor. Bir doktora götürün, otistik olabilir.
-Ne? Ama Gökçe çok neşeli, esprili, girişken, konuşkan ve zeki bir çocuktur hocam?
-Bakın çocuğunuz problemli. Bir doktora götürün.
-Tamam götürürüm ama siz de ilgilenseniz daha doğru olmaz mı? Sınıftan atmak çözüm mü?
-Uğraşmam gereken bir sürü çocuk var hanımefendi. Sizin çocuğunuz tek değil. Bir doktora götürün, ben yapamam sizin çocuğunuzla.

Sonuçta öğretmenle uzlaşamadık. Ertesi gün Gökçe başka sınıfa gönderilmişti. Daha tecrübeli(!), sorunlu çocukların yüklendiği ileri yaşta bir bayan öğretmene. Bu duruma hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü o sırada Gökçe ile iletişim kurmak konusunda gayretli bir öğretmenin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Diğer öğretmenin bunu yapmaya kesinlikle niyetinin olmadığını anlamıştım ve zorlamanın bir anlamı yoktu. O denli bezgin bir öğretmene Gökçe'nin neredeyse bebekken dinlediği masallara da "bu masal çok saçma, biy kuyt yedi keçi yavyusunu yiyemez" dediğini anlatmaya çalışmanın da...

Yeni öğretmen ise Gökçe ile iletişim kurmanın tersine, onu umursamayan bir tavır içine girmişti. Hiç ilgilenmemeyi ve kendi haline bırakmayı tercih etmişti. Yani belliydi ki, onun öğretmenlik tecrübesi sorunlu çocukları yok saymak gibi bir yöntem bulmuş olmasındaydı.

Gökçe ise daha ikinci gün yaşanan o sorun nedeniyle öğretmenden, okuldan, hatta yaşamdan nefret ettiğini söylemişti ve bunu duyduğumda onun okul hayatının daha ikinci gününden itibaren onarılmaz bir şekilde zedelendiğini hissetmiştim. Bir yanım çok acımıştı.

Ana sınıfının sonuna geldiğimizde öğretmenimiz Gökçe'nin o yıl birinci sınıfa başlatılmasının iyi olmayabileceğini söyledi. Bu tür konularda takıntılı olmadığım için "siz öyle diyorsanız öyle olsun" dedim. Fakat ben bu şekilde tepkisizce kabullenince fikrini değiştirdi ve "birinci sınıfa başlatmayıp ana sınıfını tekrar ettirmek de onun psikolojisini bozabilir, başlasın bence ama siz çocuğunuzu mutlaka bir doktora götürün, "şizofren" olabilir" dedi. İlkokul değil, mübarek tıp merkezi kızıma otizmden sonra ikinci teşhisi de koymuştu yani: Şizofreni.

Bu şekilde daha beş yaşında öğretmenlerinden otizm ve şizofreni teşhisleri almış olan kızımla o yaz neşeli bir tatil geçirdik. Okul olmadığında herkesin çok sevimli, tatlı ve akıllı bulduğu kızım, çevresine neşe saçarak ve neşeyi paylaşarak dolu dolu bir üç ay geçirdi. Onu o şekilde izledikçe, birinci sınıfta biraz olsun alışacağını, her şeyin düzeleceğini umut etmeye başladım. Fakat ne yazık ki okul açıldıktan sonra bir-iki hafta içinde kâbusun devam ettiğini ve edeceğini anladım. Yine bir bayan öğretmen, ama bu kez oldukça genç biri, ilk ayın sonunda üçüncü teşhisi koydu: Zihinsel engelli... (Devam edeceğim)


19 Eylül 2014 Cuma

İnternet Kaynakları

Bilgisayar çağında çocuklar hem çok şanslı, hem de biraz şanssızlar.

Şanssızlıkları, bilgisayar oyunları ve televizyonun bağımlılık oluşturmasından kaynaklanıyor. Gerçi bazı bilgisayar oyunları, çocuklara tahmin edemeyeceğiniz kadar bilgi yükleyip yabancı dil de öğretebiliyor. Örneğin, Gökçe'nin bağımlısı olduğu minecraft. Bu oyun sayesinde bazı fen bilgisi sorularını yanıtladığını söylüyor. Çok detaylı bakmadım ama, madenlerle ilgili bu oyundan dolayı Gökçe'nin yerküre katmanları ve madenlerle ilgili çok derin bir kültürünün oluştuğunu söyleyebilirim. Ama yine de oyun süresinde dozu kaçırınca müdahale ettiğim oluyor.

Çocukların bilişim çağındaki asıl şansları ise, küresel olarak eskiden bizlerin kolay kolay ulaşamadığı bilgi ve materyallere ekran başında birkaç tık ile kolayca ulaşabiliyor olmaları.

Gerçekten de, eskiden bir ithal kitabı bulabilmek için o kitapçı senin bu kitapçı benim dolaşırdık. Uzak ve özellikle yurt dışında yaşayan akrabalara, eşe, dosta telefon eder, kitabı ya da materyali temin etmeye çalışırdık. Ya da belki hiç uğraşmazdık. Şimdi bilgisayar ve internet sayesinde hemen hemen her şey elimizin altında ya da ekranımızın içinde.

Bu anlamda yabancı döküman, görseller ve videolara ulaşmak ve bunları üstün zekalı çocuklarla ilgili ev aktivitelerinde kullanmak son derece faydalı sonuçlar elde etmenizi sağlayabilir. Özellikle de çocuğunuzun uzun vadede farkında bile olmadan yabancı dil öğrenmesini sağlayabilirsiniz.

Ben de birkaç yıldır bu türden sitelere bakarak bilgisayar ve ev ortamında Gökçe için ve onunla birlikte bazı çalışmalar yapıyorum. Bunları kapıların üzerinde ve hatta koridor duvarlarında estetik bir şekilde sergilemeye çalışıyorum. Hem elde, hem de bilgisayarda bir yandan da eğlenerek hazırlayabileceğiniz bu çalışmalar, proje ödevlerinizi hazırlama sırasında da çok yardımcı olabilir ve parlak fikirler verebilir. Tabii bir de "baskı merkezi" ile çalışmanız gerekebilir. Zira evde büyük boyutlarda print almak zor olabiliyor. Kapsamlı fotokopiciler printler için en ideal yerler.

Blogumun devamı süresince bu türden çalışmalarla ilgili bulduğum internet siteleri ile örnek çalışmaları farklı yazılarda paylaşmaya çalışacağım. Şimdilik pinterest'te görüp çok beğendiğim ancak henüz uygulamadığım bir çalışmanın resmi ile sitenin linkini paylaşacağım. Umarım yakınlarda Gökçe ile birlikte böyle bir çalışmaya biz de imza atarız.

Size de kolaylıklar dilerim.


Çalışmanın sergilendiği sitenin linki: http://classroomcollective.tumblr.com/post/52059682355/100-things-that-i-love-writing-prompt

24 Ağustos 2014 Pazar

BİLSEM

Gökçe BİLSEM'e kayıt hakkı kazandı.

Öncelikle, nedir BİLSEM?

Üstün zekalı ve üstün yetenekli çocukların Devlet tarafından eğitime tabi tutuldukları okul dışı bir program.

İlkokul 4. sınıf öğrencilerinden okulları tarafından aday gösterilen çocuklar, önce bir grup tarama testine tabi tutuluyorlar.

Çocuklar, zihinsel yetenek yani doğrudan zeka, müzik ve resim olmak üzere toplam 3 dalın birinden ya da hepsinden aday gösterilebiliyorlar.

İlk aşama grup tarama sınavını geçen çocuklar, bireysel değerlendirmeye alınıyorlar. Burada dikkat! İlk aşamayı geçemeyen çocuğunuz, müzik ve resim alanında da aday gösterilmiş ise, bu dallara ilişkin sınavlara girmeye devam edin. Çünkü bir arkadaşım, çocuğu ilk aşamayı geçemedi diye resim alanında yapılan sınava da giremeyeceğini düşünüp vazgeçmiş ve sınavı kaçırmıştı. Sonradan ve maalesef öğrendik ki, aslında çocuğun resim dalında bireysel değerlendirmeye girme hakkı devam ediyormuş.

Bireysel değerlendirme bir uzman ve çocuk ile birebir yapıldığı için aylar sürebiliyor.

Biz "zihinsel yetenek" alanında aday gösterilmiştik.

Bireysel değerlendirme aşamasında WİSC-R zeka testi uygulanıyor. Bu testin tamamı 1.5 saat kadar sürüyor. Kazananlar BİLSEM öğrencisi oluyorlar.

İstanbul'da 3 BİLSEM var. Ataşehir, Beşiktaş ve Bahçelievler. Diğer illerde de her il merkezinde bir BİLSEM var. Ailenin başka bir ile taşınması sözkonusu olduğunda, "çocuğun nakli" olanağı varmış.

Kontenjan mı? Her BİLSEM yaklaşık 50 öğrenci alıyor. (Bu yıl çoğu BİLSEM'de alınan öğrenci sayısı bu kadar bile olmamış deniyor.)  Zihinsel yetenek için en önemli ölçü, sınav ve değerlendirme aşamalarından sonra 130'un üzerinde bir IQ performansı göstermek. Burada dikkat! Özel ya da resmi test merkezlerinden daha önce almış olduğunuz IQ sonuçlarının bir etkisi yok. BİLSEM için sadece kendi bünyesinde yapılan sınav ve testler önemli. O yüzden de, çocuğunuz başka bir merkezde 130 üzeri IQ olarak tespit edilmiş olsa bile, BİLSEM'e kayıt hakkı kazanamayabiliyor. Bunun örneklerini gördüm çünkü.

BİLSEM 2. aşama testine girdiğimiz sırada biz velilere verilen bilgilere göre, bu yıl yani 2014-2015 Eğitim-Öğretim yılı itibarıyla BİLSEM'e kayıt hakkı kazanan öğrenciler, normal okullarının dışında hafta içi 2 gün ya da hafta sonu 1 gün (Toplam 4 saat) BİLSEM'de üstün zeka ve yeteneğe özel ilave bir eğitim alacaklar.

Biz, kazandığımız alan gereği ilgi alanımız olan zihinsel yetenek eğitimini sorduğumuzda, bilimsel altyapının oluşturulmasına ilişkin teorik ve pratik bilim eğitimi göreceğimiz söylendi. "Pratik çalışmalar" kapsamında laboratuvar ve robot, köprü, uçak vs. tarzı mekanizmaların yapımının öğrenilmesi ve yaratıcılığın geliştirilmesi için atölye tarzı çalışmaları olacakmış. Bilimsel içerikli geziler ve ulusal ya da uluslararası yarışmalara katılmak gibi aktiviteler de varmış. Satranç, zeka oyunları vs. aktiviteler de elbette ki işin olmazsa olmazı imiş.

BİLSEM'lerde geçtiğimiz yıla kadar maddi sıkıntılar mevcutmuş. Malzemeler için sürekli velilerden para toplanıyormuş. Ancak bu yıl İstanbul için İstanbul Ticaret Odası (İTO) sponsor olmuş. Bu yüzden de maddi sıkıntıların bittiği söyleniyor. (Diğer illerdeki BİLSEM'lerin de tamamına sponsor bulunmuş.)

Çocuğunuzun bu olanaklardan faydalanmasını istiyorsanız, özellikle 4. sınıfta BİLSEM'e aday gösterme süreçlerini, BİLSEM web sitelerinden çok sıkı takip etmenizi öneririm. Zira okullarda bu konuda ihmaller olabiliyor. Kendi adıma, kızım kazanmış da olsa, BİLSEM'lere aday gösterme olanağının ailelere de tanınması için mücadele vermeye devam edeceğim. Çünkü onlar hepimizin çocukları.

Ve sakın unutmayın. Üstün zekalı çocuğunuzun ders notları iyi olmayabilir. Okulda başarısız görünebilirler. Bu onların üstün zekalı olmadıkları anlamına gelmez. Doktorlardan çekinmeyin. Zeka testlerinden ve özellikle ilaçlardan korkmayın. Bunlar aslında başka yazılarımın konusu olacak. Ama şimdilik diyebilirim ki, çocuklarınızın bu olanaklardan yararlanması konusunda işi sakın okullara bırakmayın. Kendiniz sürecin takipçisi olun. Çünkü Devlet ne kadar gayret gösterirse göstersin, anne-babanın gayretinin yerini tutmaz.

Peki, çocuğunuz BİLSEM'e seçilemedi ise ne olacak? Bence işte tam bu noktada iş size düşüyor. Mücadeleyi asla bırakmayın. Kendi yaşam tarzınızdan fedakarlık ederek BİLSEM programlarını kendi imkanlarınızla siz uygulayın. Bunları evinizde uygulamaya ya da uygulatmaya çalışın.

Özel kurslara yönelin. Robot yapmayı özel kurslarda öğrensin. Bilgisayar programlamayı, yabancı dili, atölye çalışmalarını, özel merkezlerde öğrensin. Araştırdığınızda, bu tür eğitim kurumlarının çok yaygın olduklarını göreceksiniz. İlave fen-teknoloji, matematik, satranç gibi dersleri kurumsal yapılarda ya da evde özel ders şeklinde siz aldırın. Sınırsız kitap olanaklarını evinizde değerlendirin. Bilimsel yarışma ve olimpiyatlara siz yönlendirin. BİLSEM'li çocukların da gireceği yarışmalara siz de girin. Bakarsınız çocuğunuz BİLSEM'lileri geçer ve yine Devlet'in ilgi alanına girer. Bütün bunlar üstün zekalı çocuğunuz için sizin kendi bireysel mücadele alanınız olsun.









29 Haziran 2014 Pazar

Müzeler

"Haritalar" konusundan sonra elbette ki ilk akla gelen şey, "müzeler" olabiliyor.

Önceki yazımda, üstün zekalı çocuğunuza insanlığın nerelerden nerelere geldiğini göstermenizin faydasından bahsetmiştim.

Okul gezilerinde belli başlı ziyaret yerleri arasında müzeler de vardır. Ancak okul gezilerine öğrenciler toplu halde gittiklerinden, öğretmenlerin "durun, dokunmayın, buraya gelin, yanımızdan ayrılmayın, gürültü yapmayın" uyarıları arasında, çocuk genellikle gezdiği yerden bir şey anlayamayabiliyor.

Bu yüzden de, çocuğunuzla baş başa ve sakince geziler yapmanızı özellikle tavsiye ediyorum.

Müze derken, imkanınız varsa her türlü müzeyi "uzun aralıklarla" gezmenizi öneriyorum. Yani bunu çok sık yapmayın. 6 ayda bir gibi, uzun aralıklarla yapın. Yoksa çok sıkılması ve bunu eğlenceli bir etkinlikten ziyade sıkıcı bir yükümlülük gibi görmeye başlaması riski var.

Müze gezilerinizi, çocuğunuzun odaklanabilmesi için eğlenceli hale getirmeye çalışın. Bu da sizin önceden bir hazırlık yapmanızı gerektirebilir.

Bu yazımda örnek olarak arkeoloji müzesini ele almak istiyorum. Ve bu örnekteki "eğlenceli hale getirme çabasını", arkeoloji ve etnografya dışında endüstriyel müzeler, sanat müzeleri, teknoloji müzeleri, havacılık müzesi gibi tüm müzelere uygulayabilirsiniz.

Çocuğunuzla birlikte yapacağınız bir arkeoloji gezisi, nasıl eğlenceli ve öğretici hale getirilebilir?

Biz Gökçe ile yazın açık hava tarzı olanlar dahil, birkaç arkeoloji müzesi gezmiştik.

Genellikle Helenistik ve Roma dönemlerine ait buluntuların sergilendiği Aphrodisias açık hava müzesi gezimizde, antik çağ heykelleri arasında gezinirken, Gökçe ile bazı oyunlar oynamış, taklitler yapmıştık. Gökçe o sırada 6.5 yaşında idi.

Örneğin Socrates heykelinin önünde durduğumuz bir sırada Gökçe'ye, "kızım bu dedenin bizim büyük büyük dedemiz olduğuna dair bir söylenti var" şeklinde bir espri yapmıştım. Sonra da Socrates ile konuşmaya başlamıştım: "Dede, dede, senin kırmızı pelerinin nerede?" diye sormuştum. Gökçe buna çok gülmüştü ve "anne, baksana o dönem hiç kimsenin kırmızı pelerini yok" demişti. Ben de, "ne biliyorsun? belki de bütün pelerinler kırmızı idi ama heykeltraşların kırmızı boyaları yoktu?" diye kendimce kurnazca bir soru sormuştum. Gökçe ise, "eğer bir kırmızı pelerin yapacak boyayı bulmuş olsalardı, mutlaka bu heykelleri de boyarlardı" şeklinde bana göre olağanüstü bir yanıt vermişti.

O gün müze gezimizde çok eğlenmiştik. Çıkışta minik hatıra heykelcik manyetlerinden Soctares'ınkini gördüğünde "anne büyük büyük dedemin kafasından alalım" demişti ve buna da çok gülmüştük. Gökçe'nin zihninde "milattan önce" ve "milattan sonra" kavramları da, inanıyorum ki o gün şekillenmiş ve oturmuştu.

Birkaç yıl sonra Gökçe'ye felsefe okumaya başladığımda ve sıra Socrates'a geldiğinde, "anne sen de beni nasıl kandırmıştın, Socrates bizim büyük büyük dedemiz diye" şeklinde konuşarak, o günü tüm ayrıntıları ile hatırladığını belli etmişti.

Evet doğru okudunuz. Gökçe'ye yaklaşık 8 yaşından beri basit de olsa felsefe okuyorum ve uzmanlarla olan sohbetlerinde uzmanların adeta şok geçirmelerine neden olacak denli güzel sohbetleri bu sayede yapabildiğine inanıyorum. Nitekim Gökçe'nin 1. aşama grup tarama testini geçtiği ve 2. aşama bireysel değerlendirme sonuçlarının açıklanmasını beklediğimiz BİLSEM'de de felsefe derslerinin konduğunu, kızım testte iken bize seminer veren BİLSEM Müdürü'nden öğrenmiş bulunmaktayız.

Bana göre 11 yaş, üstün zekalı çocukların felsefe öğrenmeye başlamaları için çok geç bir yaş olsa da, bilgilendirme toplantısı sırasında bu fikrimi açıklamadım. Çünkü üstün zekalı çocuklar için gerçekten ve cidden bir şeyler yapma niyetinde olan bu kamu sistemini, geldikleri aşamada bu şekilde eleştirmenin çok da doğru olmadığına inanıyorum.

BİLSEM konusuna ve ODTÜ yayınlarının "Çocuklar için felsefe" isimli kitabına, başka yazılarımda ayrıca değineceğim.

Unutmadan: Her türlü geziniz sırasında çocuğunuza özel olarak tuttuğunuz defterinizi de yanınızda bulundurmayı ve not almayı ihmal etmeyin.


Haritalar

Bir çocuk için Dünyayı uzman gözü ile anlamaya başlamanın ilk adımı, ona kuş bakışı bakmaktan geçiyor gibime geliyor. Bu da elbette ki, küreler ve haritalarla mümkün oluyor.

Çocuğunuza iyi-kötü bir küreyi her kırtasiyeden edinebilirsiniz. Bütçenize göre büyük-küçük, ampüllü-ampülsüz ama mutlaka bir küre edinmenizde büyük fayda var.

İlkokula başladığı günden hatta ana sınıfından itibaren de duvarına öncelikle bir Dünya haritası, sonrasında Türkiye haritası ve mümkün oldukça kadim yani eski haritalardan asmanızın da onun Dünyaya bakış açısının genişlemesine ve gelişmesine büyük katkısı olacaktır.

Özellikle siyasi bir Dünya haritası, ülkelerin, okyanusların, denizlerin, sıradağların, nehirlerin ve belli başlı şehirlerin isimlerini gösterecek ve seyrek de olsa haritayı incelediği zamanlarda gezegenimiz hakkında "farkında bile olmadan" bilgilenmesini sağlayacaktır.

                                               
                                                           Siyasi Dünya Haritası

Bunun da ötesinde, kimi zaman haritalara birlikte bakmanızda ve fikir alış verişinde bulunmanızda büyük yararlar olabiliyor. Örneğin Hindistan'ın nerede olduğu, Hint masallarındaki karakterlerin eğer yaşamışlarsa hangi bölgelerde yaşamış olabilecekleri, korsanların en fazla hangi denizlerde faaliyette bulunmuş olabilecekleri, Güney Kutbu, Kuzey Kutbu, penguenlerin hangi bölgede yaşadığı, aslanlarla kaplanların nerelerde olabileceği gibi konularda eğlenceli sohbetler yapabilirsiniz.

Eski haritaları ise, günümüzle eski arasındaki bilgi ve teknoloji farklılıklarına örnek olarak sergileyebilirsiniz ki, üstün zekalı çocuğunuza sadece haritalar konusunda değil, hemen her konuda eski ile yeni arasındaki farkları mümkün oldukça her yönden göstermeniz, ona insanlığın ilerlemesine dair sürecin çok eskilerde başladığını ve belki de hiç bitmeyeceğini anlatmanızı sağlayacaktır. Büyük olasılıkla o da bu süreçte yer almak isteyecektir ve bu durum ise, onun üstün zekasına sizin küçük bir çaba ile sağladığınız büyük bir katkı olacaktır.


                                                             Piri Reis Haritası

28 Haziran 2014 Cumartesi

Çocuğunuzla ilgili bir defter tutun

Bu en önemli konulardan biri.

Aslında her çocuk doğduğunda, ilgili anne-babalara uzmanlar tarafından da yapılması önerilen bu iş, üstün zekalı çocuklarda daha bir önem kazanıyor.

Üstün zekalı çocuğunuz kaç yaşına gelmiş olursa olsun, hemen bugün, bilgisayarda ya da elinizde fiziki şekilde bir defter tutmaya başlayın. Asla geç kalmış sayılmazsınız.

Bu deftere neleri mi yazacaksınız?

Elbette ki çocuğunuzun bedensel gelişimini, uyku düzenini, yemek zevkini, üstün olduğunu düşündüren hallerini, günlük aktivitelerini yaparken gözlemlediğiniz ve üstün zekası ile yeteneklerine işaret edebilecek davranışlarını, insanlarla, hayvanlarla ve doğa ile kurduğu iletişimi, küçük de olsa sorun çözme yöntemlerini, sorularını, yorumlarını, fikirlerini, projelerini ve rüya ya da kâbuslarını. Evet yanlış okumadınız, rüya ya da kâbuslarını.

Şunu asla unutmayınız ki, üstün zekalıların gündüz ayakta oldukları zaman kadar, uykuda geçirdikleri zaman da çok önemlidir ve ayrıca dikkatle izlemeyi gerektirebilir.

Gökçe, doğduğundan itibaren uyku konusunda çok sorunlu bir çocuktu. Onun için yatak tekstilinde kullanılan kumaşın cinsi, karnının tok olması, altının temiz olması, oda sıcaklığı ve uyku ortamının ferahlığı, sakinliği ile yatağının rahatlığı çok farketmiyor gibiydi. Uykusuz bir çocuktu ve 10 yaş itibarıyla hala da öyledir.

Gökçe uykusunda çok fazla kâbus görür. Kimi geceler, anlamadığım sözcükleri cümleler haline getirerek sanki biri ya da birileri ile konuşur, hatta kavga ediyor gibi kızgınlık dolu sesler çıkarır. Ve maalesef bazen de çığlık atarak uyanır. Bu uyanışlarında hep yanına koşmaya çalışırım. Onu sakinleştirdikten sonra eğer tekrar uyumamışsa, kâbusunu anlatmasını isterim. Ve bütün bunları tarihi ile birlikte ayrıca not ederim. İnanın bana, çocuğunuzun yöneleceği yaşam tarzının ve konuların ipuçlarını, bu rüya ve kâbusları az çok ele veriyor.

Gökçe kâbuslarında genellikle örümcek görürdü. Neden bilmiyorum ama bütün hayvanları özellikle kedileri tutup kucağına alacak kadar yakından sevmeye çalışan kızım, örümceklerden çok korkardı ve hala da korkar.

Çok küçükken bir keresinde yine çığlıklarla uyandığı bir gece, bana dehşet içinde her bir bacağı ile güneş sistemindeki her bir gezegene ve güneşe vantuz gibi yapışmış bir örümceğin, gezegenleri çekerek birbirine yapıştırmaya ve eritmeye çalıştığını, dünya ile güneş dahil, tüm sistemi yok etmek üzere olduğunu anlatmıştı. "Peki bu sırada sen neredeydin ve ne yapmak istedin?" diye sordum: "Ben uzayda, boşluktaydım ve güneş sistemini kurtarmak istiyordum ama örümceğin beni farketmesinden çok korkuyordum. O yüzden de yerimden kıpırdayamıyordum" demişti. Gökçe'nin bu tarz rüya ve kabuslarından yeri geldikçe bahsetmeye çalışacağım. Tabii anlayışınıza sığınarak buraya yazamayacaklarım da var.

Defter demiştik. Bu defterin tutulması ile ilgili olarak konu örnekleri vermem gerekirse, yaramazlıkları, çekilmez halleri, sessiz ve durgun olduğu durumlar, en çok neye ya da nelere dikkat kesildiği, nelerle yoğun şekilde ilgilendiği, nelerle hiç ilgilenmediği, nelerden sıkıldığı, arkadaşlarıyla ilişkileri, onlar hakkındaki olumlu ya da olumsuz düşünceleri, hangi cinsiyetteki ve hangi yaş grubundaki insanlarla daha iyi anlaştığı, beğendiği ya da beğenmediği ünlüler, beğendiği ya da beğenmediği tv programları, kitaplar, filmler, müzikler, bilgisayar oyunları ve beğenmesinin ya da beğenmemesinin nedenleri, dünya hakkındaki görüşleri, soruları, yorumları, saçma ya da çoktan bulunmuş veya yapılmış da olsa projeleri, fikirleri, belki yazdığı şiirler, cümleler, yaptığı şakalar, espriler yazılabilir. Her notu alırken tarihini de eklemeyi unutmayın.

Defter konusunda aklıma geldikçe daha yazacağım. Bir de, çocuğunuz okuma-yazmayı öğrendikten sonra kendisi de ayrı bir defter tutabilir. Ne yazık ki günümüzde klavye alışkanlığı nedeni ile çocukların çoğu kalemle yazmayı sevmiyor. Ama onu bu konuda bıkmadan usanmadan teşvik etmeye devam edin. Yine de istemiyorsa, hiç değilse bilgisayarda ofis tarzı programlarda not almasını rica edin. Ama siz kendi defterinizi, sabırla ve inatla tutmaya özen gösterin. Çünkü inanın bana, çoğu zaman çocuğunuzun üstün zekasına örnek olarak gösterebileceğiniz önemli olay ve durumları sonradan unutabiliyorsunuz. İleride bu deftere sık sık bakmak gereği duyacaksınız.

Sonraki yazılarımda, çocuklarınızın resim, el yazısı tarzı ürünlerini tarih notu ekleyerek saklamak ve bilgisayar konusunda internet yerine bilgisayarın mutfak kısmı denilen programları kullanarak dijital yaratıcılığını ön plana çıkarmak konularına da değineceğim.

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.

 





İçgüdü

Çocuğunuz sıradışı bir zekaya sahip ise, bunu öncelikle siz hissedersiniz. İşte bu "bana göre" ebeveynlik içgüdüsüdür ve asla yanılmaz. Başkalarının söylediklerine aldırmayın. İlerleyen zamanlarda bu konuyu hayatımızdan çarpıcı örneklerle detaylandıracağım.

Aylarca anne karnında sürekli düşünülen, sürekli endişelenilen, sürekli merak edilen o çocuk nihayet sağlıklı bir görüntü ile doğmuştur ve ailede bir ferahlama olmuştur.

Peki ya sonrası?

Artık bedensel sağlık ve gelişimi yanında zihinsel sağlık ve gelişimi ailenin gündemini en fazla meşgul eden konudur.

Ailenin ilk çocuğu değil ise, belki çok telaş yoktur. Ama özellikle ilk çocuklarına sahip olan aileler, artık neredeyse tüm anlarını, çocuklarının gün be gün değişim ve gelişimlerinin her ayrıntısına dikkat etmeye adayacaklardır.

Haftalar geçer. Bebek çoktan dünyayı kavramaya ve tepki vermeye başlamıştır.

Önce bakışlarıdır elbette dikkat çeken. Meraklı, kocaman, deyim yerinde ise fıldır fıldır bakışları. Arada derin bakar üstün zekalı çocuk. Gözgöze geldiğinizde, sizin gözlerinizde içinize işler o derin bakışlar. Uzun uzun, neredeyse hiç göz kırpmadan bakar durur dakikalarca. Sonuçta dayanamayan ve gözünü kaçıran siz olursunuz.

Orta halli, imkanları asgari düzeyde mevcut ve çocuğu rahat ettirebilen ailelerde genellikle gülücükler saçar üstün zekalı çocuklar. Pek mızmızlanmaları yoktur. Zaten bizim de bu ortamda konumuz, mecburen orta halli ailelerin üstün zekalı çocukları. Çünkü eğer yapılması gerekenler konusunda ailenin elindeki olanakları değerlendirmeyi tartışacaksak, böyle olmak zorunda. Zira bir üstün zekalı çocuğa kendi olanaklarınız dahilinde ev programı bile uygulamanın maliyeti, maalesef ki korkunç boyutlara çıkabiliyor. Hepsini de uygulamak mümkün değil zaten. Burada diğer yöntemlere de değineceğiz, fakat esasen ev olanakları dahilinde uygulanabilecek asgari yöntemlerden bahsedeceğiz.


Üstün zekalı çocukların velilerine

Hepiniz Devletten, okullardan, öğretmenlerden, uzmanlardan bir şeyler bekliyorsunuz değil mi?

Beklemeyin.

Nihayet Devletten yardım almaya başlamış, şu anda 10 yaşında bir üstün zekalı çocuk annesi olarak söylüyorum.

Bir şeyler yaparlarsa ne âlâ, ama siz onların bir şeyler yapmalarını beklemeyin.

Kendiniz harekete geçin.

Nasıl ki sizin bu konuda birilerinden beklentileriniz varsa, çocuğunuzun da sizden beklentileri vardır, olacaktır.

Unutmayın ki, o çocuğun anne ve babası sizsiniz. Çocuğunuz üstün zekalı ise, tahmin ediyorum ki sizler de az bir zekaya sahip değilsinizdir.

Çocuğumun gelişim süreci ile ilgili paylaşımlarımı buradan aktarmaya devam edeceğim.

Affınıza sığınarak, kendisinin de okuyup özel olarak niteleyebileceği durumlarını paylaşmama kızmasından çekindiğimden, kendimin ve kızımın gerçek ismini vermeyeceğim. Kendime Hande, kızıma da Gökçe diyeceğim. Belki ve umarım ki, ileride bir gün ve O'nun da izni ile hepinize açıklarım.

Şimdiden hepimize kolay gelsin.