Gökçe'nin sınıflardan atıla atıla ilerlemeye(!) başladığı ilkokulda, birinci sınıfın birinci ayının sonunda, orta yaşlı erkek öğretmenimizle birlikte nihayet okulla olan sorunlarımız biraz olsun hafiflemişti. Bu öğretmen tatlı-sert ve genel olarak şakacı biriydi. Gökçe'nin sempatisini kazanmıştı. Gerçi Gökçe, ana sınıfının ikinci gününde onu sınıfından atan öğretmen dışında tüm öğretmenlerini sevmişti.
Arkadaşlık kurmak konusunda da bir sorunu yok gibiydi. Girişken ve neşeli bir çocuktu. Bir çocukla yeni tanıştığında, arkadaşlığı sorunsuzca başlatırdı: "Merhaba, benim adım Gökçe, birlikte oynayalım mı?"
Ya da yolda yürürken zemin kat balkonlarında oturan ileri yaş bir çifte gülerek; "Merhaba, bugün hava ne kadar güzel değil mi, ben okula gidiyorum, size iyi günler dilerim."
Fakat arkadaşlığı kolaylıkla kurabilen kızım, aynı kolaylıkla sürdüremezdi. Birkaç gün içinde kavga eder, tartışır, sinirlenir, bağırıp çağırır ve bitirirdi. Bu konuyu ayrıca detaylandıracağım.
Tekrar okula dönecek olursam... Gökçe bu öğretmenle daha uyumlu gibiydi. Fakat bir süre sonra diğer bir acı gerçeği farkettik ki, okumayı ve yazmayı öğrenemiyordu. Matematik işlemleri de yapamıyordu (Ya da biz öyle olduğunu düşünüyorduk).
Aslında günümüz oyuncak dünyası, çocuklara daha okula başlamadan okuma-yazma öğretmeyi mümkün kılan materyalleri ailelere sunuyor. Biz çocuk sahibi aileler de, ne denli inkar edersek edelim, ne denli yanlış olduğunu bilirsek bilelim, çocuklarımıza çok erken yaşta okuma-yazma öğretmeye çalışıyoruz. Bu bir gerçek. Kimi çocuk öğrenebilirken, kimi de öğrenemiyor. Öğrenen çocukların aileleri genellikle çocuklarının kendi kendine öğrendiğini söylüyorlar. Bu çocuklar hemen üstün zekâlı kabul ediliyor. Oysa araştırmalar ve uygulamalar, biraz uğraşıldığında orta zekâlı çocukların da çok erken yaşta okuma-yazma öğrenebildiklerini gösteriyor. Tıpkı bu çocukların da çok erken yaşta bilgisayar, akıllı telefon, tablet gibi bilişim araç-gereçlerini kullanmayı öğrenebildikleri gibi. Ben de Gökçe'ye okul öncesinde birşeyler öğretmeye çalışmıştım fakat öğrenememişti. Harfleri tek tek tanıyabiliyordu ama bir türlü bir araya getirip okuyamıyordu. Beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladığımda okumayı hemen öğrenip sorunsuzca devam etmiş ve onaltı yaşında üniversiteyi kazanmayı başarmış bir anneyim ve zannediyordum ki, kızım da aynı rotayı takip edebilirdi. Çünkü görünen tablo ve hissiyatım, kızımın benden çok daha akıllı olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, evdeki hesabım çarşıya uymamıştı, uymuyordu.
Bugün genel zihinsel yetenek alanında BİLSEM öğrencisi olan kızım konusunda yeni tanıştığım ve durumu öğrenen arkadaşlarım sorarlar, "Kaç yaşında okuma-yazmayı öğrendi? Matematik işlemleri kaç yaşında yapmaya başladı?" Yanıtım, "Okuma-yazmayı birinci sınıfta bile öğrenemedi, matematik işlemleri yapmakta çok zorlanıyordu" olunca şaşırırlar. Bu doğru. Gökçe öyle üstün zekâlı çocukların özelliklerinin tarif edildiği analizlerde maddelenen durumların çoğunu sergileyememişti. Bir kere üstün zekâlı çocukların özelliği olarak verilen "hemen hemen her şeyi erken yaşta yapmaya başlarlar" durumu olmadığı gibi, tam tersi, hemen hemen her şeyi geç yaptı. Buna konuşmak da dahil ki, bugün oniki yaşında olan kızım, hâlâ akıcı konuşma güçlüğü çeker.
Peki, okuma-yazmayı öğrenme, matematik işlemleri yapabilme ve akıcı konuşma/anlatma güçlüğü çeken ve inanılmaz derecede sakar olması ile ünlenen küçük kızımın bana iki-üç yaşından itibaren çok akıllı olduğunu düşündüren durumlar neydi?
Öncelikle, belirli durumlar karşısında gösterdiği davranışlar, yaptığı tespitler, belirli sorunları çözme konusunda bulduğu yöntemler, sorduğu sorular ve sergilediği bazı yeteneklerdi. Yetenekler deyince, misal yön bulma yeteneği müthişti. Daha üç buçuk yaşında iken Hava Harp Okulu, havalimanı ve helikopter pisti olan bir özel hastane üçgeninin ortasında bir eve taşındığımızda, görüş alanının dışında olmasına rağmen, tepemizdeki yoğun helikopter hareketliliğini bir süre dinledikten sonra doğruca Harp Okulu'nun bulunduğu yönü işaret edip, "Şu tayafta biy savaş meykezi olmalı!" şeklinde bağırdığı gün, ya da aynı muhitte yürüyerek gittiğimiz uzak parktan eve dönüş yolunu kaybettiğimde "anne şuyadan gitmeliyiz, şuyaya sapmalıyız" diyerek evimizi bulduğu gün, bana bunu düşündürmüştü. Öyle hissediyordum ki, Gökçe ile gece karanlığında bir ormanda kaybolsak, çıkış yolunu bulabilirdi. Üç-dört yaşında ağaçların dibindeki otlara bakıp yönleri tayin edebiliyordu. Bu bir bilgi idi ve büyük olasılıkla izlediğimiz belgesellerden öğrenmişti. Fakat burada önemli olan, uygulayabiliyor olmasıydı. Başka bir örnekte, dört yaşında beni fena halde sinirlendirdiği bir gün karşılıklı bağrıştığımız sırada, "sen bana böyle davyanayak suç işliyoysun anne, işlediğin suçun cezası da şu kitapta biy yeyde yazıyoy olmalı" deyip kitaplıktan Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" kitabını aldığı gün ise, aslında okumayı bildiğini düşünmüştüm. O sırada kitabı okuyabildiği için mi, yoksa kitap kapağındaki "suç ve ceza" ibaresini kalıp olarak tanıdığı için mi alıp gösterdiği konusu, bugün bana göre hâlâ bir muammadır. Zira o kitabın kapağında yazan ibareyi ona özel olarak açıkladığımı hiç hatırlamıyorum.
Sonuçta okulda okumayı-yazmayı öğrenemiyordu ve bu durum öğretmeni tarafından hemen her karşılaşmamızda dile getiriliyordu. Bir türlü anlam veremediğim bir durumdu bu. Defterleri boş gibiydi. Test kitapları da. Sadece resim çiziyordu, güzel resimler. Şaşırtıcı derecede değişik hayvan karakterleri çiziyordu. Gökkuşağına da özel bir ilgisi vardı. Renklerin hepsini çok sevdiğini söylüyordu.
Hiç arkadaşı yoktu. Başlangıçta kurduğu tüm arkadaşlıkları bitmiş, yapayalnız bir çocuk haline gelmişti. Aslında iştahlı bir kız arkadaşı vardı. Uzun öğle aralarında okula gidip Gökçe'ye birşeyler yedirmeye çalıştığımda o da yanımızda olurdu. İşte o sıralarda maalesef kötü bir şey yapmaya başladım. Esasen utanç verici bir şey. Kızımla o bari arkadaşlık etsin diye çocuğa çikolata-gofret tarzı da dahil olmak üzere kantinden ne isterse alıyordum. Bir anlamda çocuğumla arkadaşlık etmesi için başka bir çocuğa rüşvet verir hale gelmiş ve belki ailesinin istemeyeceği şekilde sağlıksız beslenmesine neden olmuştum. Fakat zaten bu durum da uzun sürmedi. Kalan son arkadaşı olan o çocukla da bozuştu. Bu konuyu sorduğumda aramızdaki diyalog şöyle gelişmişti:
- X arkadaşınla neden bozuştun?
- Çünkü o sadece pembeyi seviyor.
- Olabilir, sen de farklı bir rengi sev, bu önemli mi?
- Ben tüm renkleri seviyorum fakat X tüm renklerin aynı anda sevilemeyeceğini söylüyor. Herkes bir rengi daha çok sevmeliymiş.
- Bu da onun fikri. Saygı duyabilirsin. Herkes aynı şekilde düşünmek ya da hissetmek zorunda değil. Her konuda anlaşmak zorunda da değil. Arkadaşlığı bitirmek için çok da geçerli bir sebep gibi gelmedi bana.
- Ama anne, olur mu? X tek rengi sevdiğine göre gökkuşağını sevmiyor demektir. Gökkuşağını sevmeyen bir çocukla arkadaşlık etmek istemiyorum. Bu da benim fikrim ve sen de buna saygı duy.
Sonuçta tüm arkadaşları ile şu ya da bu nedenle bozuşmuştu. Bir gün okula gittiğimde teneffüs anına denk geldim. Okulun bahçesinde tüm çocuklar koşturuyor, gülüşüyor, ip atlıyor, top oynuyor, gruplar halinde turluyorlardı. Çocuklara göz gezdirirken bir ara Gökçe'yi gördüm. Tek başına, bir ağacın dibine çömelmiş, zemine bakıyordu. Uzaktan izlemeye devam ettim. Beş dakika... Tam beş dakika, hiç kıpırdamadan ağacın dibini inceledi. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ya otları inceliyordu, ya da birkaç karıncayı. Beş dakika öyle uzun bir süreydi ki, dayanamayıp yanına gittim... Ne yaptığını sordum, "düşünüyorum" dedi. Nitekim ağacın dibinde ne ot vardı, ne de karınca. Ne düşündüğünü sordum, "hiç" dedi ve anlatmadı. Anlamıştım ki, Gökçe artık tamamen içine kapanıyordu. Bana anlatmaktan bile vazgeçmeye başlamıştı.
Öğretmenine yalnızlık durumunu sorduğumda ilginç bir şey söyledi; "Hem dışlanıyor, hem de kendisi dışlıyor. Yani arkadaşlarıyla karşılıklı bir dışlama-dışlanma durumu sözkonusu."
Başka bir gün yine uzun teneffüs sırasında biraz erken gidip sınıfa girdim. Çocukların çoğu henüz dışarıya atlamamışlardı. Bazıları beslenme çantasını açmıştı. Sınıftaki birkaç çocuğa, birlikte bir oyun oynama teklifinde bulundum. Bir büyüğün kendileri ile birlikte oyun oynama teklifi onları heyecanlandırmıştı. Hangi oyunu oynamak istediklerini sordum. Biri saklambaç dedi, diğeri dışarı çıkıp ip atlama, başka biri köşe kapmacanın bir türü olan sıra kapmaca vs. O sırada sessiz duran Gökçe'ye sordum; "Sen ne oynamak istersin?" Gökçe heyecanla gülümsedi ve "Düş balonları patlatmaca!" dedi. Ben dahil herkes sustu. Tam karşımdaki sevimli kız bana baktı ve ellerini iki yana açıp omuzlarını silkeleyerek gülümsedi. Çocuk adeta "Senin kızın işte böyle" der gibi gülümsemişti. Çocuklarla oyun oynamaktan vazgeçtim. "Düş balonları patlatmaca..." Hangi çocuk grubu böyle bir oyun ya da böyle bir oyunu talep eden bir çocukla oynamak isterdi ki... Anlamıştım ki, Gökçe ile sadece kendisi gibi bir çocuk iletişim kurabilirdi. Zekâdan bahsetmiyorum elbette. Çünkü o sırada zekâ konusunda da yine ümitlerimi yitirir hale gelmiştim. "Kızım gerçekten de düşündüğüm ve hissettiğim kadar akıllı mıydı, yoksa ben sadece kendimi mi kandırıyordum?" (Devam edeceğim)