Muayene günü nihayet gelip çattı. Kliniğe ailecek gittik. Anne, baba, (sorunlu!) çocuk. Orada ne yapılacağı konusunda derme çatma bir fikrim vardı. Doktorun önce bizimle, sonra Gökçe ile görüşeceğini, sonra da gerekli göreceği testleri uygulayacağını sanıyordum. Bu arada yine itiraf etmeliyim ki, Gökçe'yi de sıkı sıkı tembihliyordum; "Doktordan çekinme, o seni anlayacaktır, rahat konuş, fikirlerinden bahset, (ve utanç verici bir tembih) akıllı görünmeye çalış".
Anne psikolojisi maalesef bu şekilde saçmalatabiliyor. Onun kendisini zaten akıllı bulduğunu ve gerçekten de akıllı bir çocuk olduğunu bilmeme rağmen, o panik hali ile yine de bu şekilde söylemiştim. Gökçe ise olgunlukla gülümsemiş, bir şey dememişti. Her neyse, sonuçta doktorun onu öğretmenlere göre farklı açılardan değerlendireceğinden emindim ve o anda kendi hatalarımla uğraşacak durumda değildim. Sonradan doktorumuzun da gülümseyerek onaylayacağı gibi, en nihayetinde ben de çoğu zaman kusurları ve hataları ile varlık bulan bir insandım.
Kliniğe girdik ve sekreteryaya yöneldik. İşlemler vs. derken bir bayan gelip Gökçe'nin elinden tuttu ve bir odadan içeri girdiler. Kapı arkalarından kapandı. Babası ile bana bir form verip doldurmamızı istediler. Bekleme odasında bir koltuğa oturup doldurmaya başladık. Formu doldururken özel notlarımı da ayrıca yazıyordum: Sakarlık örnekleri, bebekliğinden itibaren uykusuzluğu, arkadaşsızlığı, dağınıklığı, düğmelerini doğru ilikleyemeyişi, okulda hırkasının bir kolunu ters giyip düğmelerini arkadan öne getirdiği taraftan tuhaf şekilde ilikleyip diğer hırka kolu sallanarak gezişi ve öğretmenine bunun doğru giyinme şekli olduğunu iddia edişi, çoraplarını giyemeyişi, ayakkabılarını bağlayamayışı, terliklerini tekleme giymekte ısrar edişi (iki ayağına farklı ayakkabı ya da terlik geçirmek çok eğlenceliymiş), isyankârlığı, rüyaları, kâbusları, banyoyu laboratuvara çevirme çalışmaları, farklı renk ve kokularda losyon yapma uğraşıları, yoğun hayvan sevgisi, uzaya olan ilgisi vs...
Bu arada yaklaşık yirmi dakika geçmişti. Gökçe'nin nerede olduğunu merak edip sekretere sordum. "Zekâ testinde" deyiverdi... Yerimden fırladım (doktorla birlikte olduğunu sanıyordum). Sanırım haykırıyordum.
- Ne zekâ testi? Nasıl bir test bu? Ne kadar sürecek?
- Bir buçuk saat.
- Neee? Ama bu çocuk hayatı boyunca çizgi film ve bilgisayar oyunları dışında herhangi bir şeye bir buçuk dakika bile konsantre olmadı ki? Üstelik daha okuma-yazma bile bilmiyor! Çıkarın testten! Doktoru görmek istiyorum! Buraya zekâ testi yapılsın diye getirmedim onu! Doktorla görüşmesi için getirdim! Çocuğum geri zekâlı çıkacak ama değil, o çok akıllıdır!
Sekreter eşimden beni dışarı çıkarmasını rica etti. Eşim kolumdan tutup adeta sürükleyerek dışarı çıkardı. Gözlerimden süzülen yaşlara engel olamıyordum. "Tescilliyorum, kızımı kendi ellerimle geri zekâlı olarak tescilliyorum, işi resmileştiriyorum, tüm hayatını mahvediyorum, ne kadar akıllı olduğunu bile anlatamadan kızıma zekâ geriliği teşhisi koyduruyorum!" şeklinde hıçkırıyordum. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Caddede bir kafeye girdik, çay söyledik. Durulmuştum ama içimde korkunç bir ezilme hissi ile boğazımda bir yumru vardı. Aslında kabullenme eğilimine de girmiştim. "Olsun, ne yapalım, zihinsel engelli ise zihinsel engelli. Sonuçta ona olan sevgim mi azalacak? Uygun bir okul bulurum, illâ ki kendisini, zekâsını gösterecektir. Bir ara onun ne kadar akıllı olduğunu anlayan biri illâ ki çıkacaktır." Eşim de endişeli olmakla birlikte daha sakindi. O kızımızın testten normal çıkacağından emindi. Ben tam tersini düşünüyordum, çünkü IQ testleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Zaten bu tür testlere de oldum olası karşıydım.
Bir buçuk saatin tamamlanmasına yakın kliniğe döndük. Tam bekleme odası koltuklarına oturduğumuz sırada Gökçe geldi. Yanıma oturdu. Korka korka, usulca sordum: "Nasıl geçti anneciğim?" Fakat o beni tekrar yıkan yanıtı verdi: "Çoğunu yapamadım anne." Bunu duyunca yılgın bir şekilde arkama yaslanıp gözlerimi yumdum. "Evet, kızım zihinsel engelli çıkacaktı." Tam o sırada babası ile beni başka bir odaya aldılar. Karşımızda bir bayan psikolog vardı. Önünde ise doldurduğum form. Karşısına oturur oturmaz savunmaya geçtiğimi anımsıyorum.
- Bakın Gökçe çok akıllı bir çocuktur. Zekâ testi uygulamadan önce keşke onunla konuşsaydınız. O zaman belki zekâ testi uygulamanıza bile gerek kalmazdı.
- Zekâ testi uyguluyoruz, çünkü bu testlerle sadece zekâ seviyesini değil, olası diğer sorunlarını da tespit edebiliyoruz.
- Fakat benim kızım çok akıllı olduğu halde onun zihinsel engelli olduğunu iddia eden öğretmenleri oldu. Evet, okuma-yazmayı bir türlü öğrenemedi. Matematiği de çok kötü görünüyor. Konuşma güçlüğü de çekiyor ama mesela ben bu çocuğu ana sınıfında hırpalandığı zamanlarda odasında yatağına uzanmış ve gözlerini tavana dikmiş bir halde, "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele burada" derken buldum. Üstelik biz evde ona Shakespeare falan da okumuyoruz. Hangi zihinsel engelli çocuk, bir yerlerden duyduğu Shakespeare repliğini mırıldanır ki? Hem de sorunlu olduğu söylenerek hırpalandığı bir dönemde, hangi zihinsel engelli çocuk böyle derin düşüncelere dalar ki?
- Sizi anlıyorum fakat çocuğunuzun sadece zekâ durumuna odaklanıyorsunuz. Belki zekâsında hiçbir problem yoktur ama başka bazı rahatsızlıkları vardır?
- Evet zekâ durumuna odaklanıyorum, çünkü şimdiye dek önüme genellikle zekâ sorunları çıkarıldı.
- Otizm ya da şizofreni sorunları da çıkarılmış, bunu siz yazmışsınız.
- Evet, onlar da var.
- O halde sizinle biraz da bunlardan konuşalım. Rahat olun, bu testler sandığınız şekilde değil.
Psikolog odasında bu şekilde bir süre daha kalıp konuştuk. Dediği gibi, daha ziyade uykusuzluk, konsantrasyon bozukluğu, arkadaş edinememesi ve sakarlık konularına değindik. Sonra biz çıktık, içeri Gökçe alındı. O da uzunca bir süre psikologla görüştükten sonra odadan çıkarıldı ve bir süre daha beklememizden sonra nihayet profesörümüzün huzuruna çağrıldık. Yani yaklaşık dört saat sürmekle birlikte, düşündüğümün tam tersi bir muayene süreci gerçekleşmişti.
Doktorumuz gülümsüyordu. Karşısındaki koltuklara oturduk. Gökçe ise odadaki çizim tahtasında birşeyler çizmeye başlamıştı. Konuşmalarımızla ilgilenmiyor gibiydi. Merakla doktorun yüzüne bakıyordum. O ise gülümsemeye devam ederek, "Kızınız dört dörtlük bir hiperaktivite vakası" dedi.
Kendimi "zihinsel engelli" teşhisine o denli hazırlamıştım ki, birden bir ferahlama hissettim. Aslında hiperaktif bozukluğun ne bela bir şey olduğuna dair sağlam bir fikrim vardı, çünkü o konuda bir film izlemiştim. İşin gerçeği, Gökçe'nin hiperaktif olduğunu düşünmezdim ve her daim "şükür en azından hiperaktif değil" derdim. Bunu doktora söylediğimde yine gülümsedi. "Bu kız, meslek hayatımda kız çocuklarında gördüğüm en ağır hiperaktivite vakası. Kız çocuklarının hiperaktivitesini erkek çocuklarında olduğu gibi düşünmeyin. Yoğun bir dikkat eksikliği de var."
Sonra diyalog şu şekilde gelişti:
- Tamam, peki hocam, bu durumda ne yapacağız?
- (Gülümsemeye devam ederken) İlaç kullanacağız.
- (Ben de gülümseyerek) Yooo, hayır hocam, küçücük çocuğa ilaç kullanmam. O sorumluluğu alamam.
- (Gülümsemeye devam edip yan rafından kırmızı reçete çekerken) Kullanacaksınız, kullanmak zorundasınız.
- Nee? Hem de kırmızı reçete mi? Asla olmaz hocam! Hayatta olmaz! Boşuna yazmayın, kullanmayacağım! Terapisi falan olmalı! Terapiye götürürüm.
- (Bu kez ciddileşerek) Bakın başka seçeneğiniz yok, terapiyle falan olmaz. Bu çocuk "zekâsını" kullanamayacak denli ağır bir hiperaktivite yükü altında...
Tam o noktada iç sesim: Zekâ? Sahi zekâ testi sonucu ne acaba? "Zekâsını kullanamıyor" da ne demek?
Dış sesim: Zekâ durumu nasıl hocam?
- Buyrun...
Doktorun elime tutuşturduğu kağıda baktım. Grafikler, sütunlar, rakamlar ve kağıdın en sonunda bir rakam.
Rakam, çok tuhaf. Yüksek bir rakam. O anda bir anlam verir gibi olduğum, ama tam olarak emin olamadığım bir yüksek rakam. Usulca, korka korka sordum.
- Bu sonda yazılı olan rakam IQ değeri mi?
- Evet o rakam IQ değeri.
- Yüksek değil mi hocam?
- Evet, hem de çok yüksek.
Yine bir şok... Şimdi bu ne anlama geliyor? Kısa bir süre düşündükten sonra ben, yani okulda "hayır zihinsel engelli değil, benim kızım çok akıllıdır" nakaratını tutturmuş, yaşamını adeta "kızım çok akıllıdır" sayıklamalarına özgülemiş olan ben, yüzümde muhtemelen sinirli bir gülüşle ve Gökçe'nin de odada olduğunu anımsayarak aynen şunu söyledim:
- Çocuk odadan çıksın mı hocam?
- Hayır, zaten çok dışlanmış ve hırpalanmış. Sorunun ne olduğunu bilmeye hakkı var.
- Hocam bu test hatalı olabilir mi? Kızım akıllıdır deyip dururdum ama bu kadar da akıllı olduğunu sanmıyorum, sonuçta okuma-yazmayı öğrenemeyen bir çocuktan bahsediyoruz?!
- Bu test hatalı olabilir tabii ki. Fakat azami IQ seviyesini göstermekte hatalı olabilir. Asgari zekâ seviyesi budur.
- Şimdi, durun bir saniye! Yani Gökçe üstün zekâlı mı?
- Daha fazla. Bu, deha sınırında bir zekâ ve çocuk teste ağır hiperaktivite-dikkat eksikliği haliyle girdi. İşte bu yüzden ilaç kullanmak zorundasınız. Çünkü çocuğunuzda otizmin serpişik halleri de var.
- Yani, kızım otistik mi?
- Hayır tam bir otizm teşhisi koymuyorum. Otizmin bazı halleri serpişik durumda. Ayrıca okuma-yazmayı da bilmiyor değil. Disleksisi var.
- Disleksi nedir hocam?
- Harfleri ters algılıyor.
- Evet, harfleri ters yazar. Şimdi bu ne demek oluyor?
- Harfleri aynadan yansıyan halleri ile algılıyor. Yani aslında okuma-yazma biliyor ama tersten algıladığı için düz okuyup yazamıyor. Bu yüzden de testte sözel puanı performans puanından anlamlı şekilde düşük çıkmış. Normalde tersi olur. O yüzden de zekâsı test sonucundan çok daha fazla olarak düşünülmeli. Bize disleksi teşhisini koyduran da bu durum zaten. Kızınızda özgül öğrenme güçlüğü var.
- Nasıl yani? Deha tarzı zekâya sahip bir çocukta nasıl öğrenme güçlüğü olur hocam?
- Disleksi... Özgül öğrenme güçlüklerinden biridir. Çoğu dahide bu sorun vardır. O yüzden de genellikle okulda başarısız olurlar. Dahilerin hayat hikayelerini okuyun.
DİSLEKSİ... Hayatım boyunca ilk kez duyduğum bir sözcüktü bu. O an biraz düşündüm. Nihayet anlamıştım ki, kızımın berbat düzeyde bozuk yazısı, zaten sorununun ne olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yani Gökçe şaka yapmıyor ya da dalga geçmiyordu. İçine de kapanmıyordu. Aslında yardım istiyordu. Çok açık bir şekilde, içtenlikle yardım istiyordu. Yardım isteği, bölük pörçük yazmaya çalıştığı defterlerinden haykırıyordu. Peki neydi defterlerinden hemen anlaşılan bu sorun? Ters yazmaktı elbette. Gökçe harfleri ters yazıyordu. Diyebilirsiniz ki, her çocuk zaman zaman ters yazar. "E"leri, "b" ve "d"leri, 6 ile 9'u karıştırabilir vs. Hayır, Gökçe istikrarlı bir şekilde ters yazıyordu. "p"lerin, "g"lerin kuyruklarının yönleri bile tersti. Çoğu zaman yaptığı "b" veya "d", aslında onun "p"si idi ve bu yüzden yazdığı sözcükler okunamıyordu. Aynı şekilde "r"ler "n"lerle karışıyordu, "n"ler "u"larla... "R"ler tersti, "k"ler ters yöne bakıyordu. Satırı da tutturamıyordu. Bazı harfler zeminde iken (başlangıç) zamanla satırın üzerine çıkıyor ve kareli defterde iki satır boşluk bırakmışsa üst satırda devam ediyordu. Çizgili defter ise, üst satırda diğer yazı ile karşılaştığında ani bir dönüşle aşağı iniyor, bu kez de en az bir satır aşağıya atlıyordu. Bazı yazma çalışmalarında verev gidiyordu. Sanki defteri eğik tutuyormuş gibi. "Kızım neden şu satırı düzgünce takip etmiyorsun?" dediğimizde ise "Ben düzgün yazmışım, görmüyor musunuz?" diyerek aşağıya doğru kayışının düz olduğunu iddia ediyordu (Bu verev yazma durumu beşinci sınıfa dek devam etti).
Doktorumuza sormaya devam ettim.
- Bu durumu nasıl farkedemedim? Suçluluk duyuyorum.
- Siz farkedemeyebilirsiniz. Sonuçta eğitmen ya da öğretmen değilsiniz. Ama öğretmenlerinin anlaması gerekiyordu.
- Peki kendisi neden farkında değildi? (Sorduğum en aptalca sorulardan biri olmalıydı bu.)
- Olamaz ki, o zaten diğerlerinin harfleri kendisi gibi algılayamamasının nedenini kavrayamamanın sıkıntısı içinde.
- Peki, ilaç bu durumu düzeltecek mi?
- Düzeltecek. Bakın bu çocuğun ortası yok. Ya ilacı kullanmayıp öğrenme güçlüğünü yenemeyecek ve bu zekâ da onu rahat bırakmayacağı için tarihe kötü anlamda geçecek işler yapacak, ya da ilacı kullanıp zekâsını değerlendirecek ve belki de tarihe geçecek iyi işler yapacak.
- Yine de ilaç kullanmayı düşünmüyorum hocam. Nasılsa zekâ durumu anlaşıldı, başka bir formül deneyebilirim. Hem garanti edebiliyor musunuz ilacı kullandığımız takdirde işe yarayacağını?
- Garanti ediyorum tabii ki. Bu bir konsantrasyon ilacı. Aslında bir uyarıcı. Sakin insanlarda hareketlilik sağlar ama hiperaktiflerde yatıştırıcı bir etkisi vardır. Yüksek zekâ düzeylerinde çok verimli sonuçlar alınıyor. Sonuçta nasıl ki gerektiğinde tereddütsüzce antibiyotik kullanıyorsunuz, bunun da öyle bir şey olduğunu düşünmelisiniz.
- Peki bu ilacı ne kadar süre ile kullanacak?
- Okul hayatı boyunca kullanması gerekebilir. Üniversite bitene dek. Hatta meslek hayatında da kullanabilir. Sadece okula gittiği zaman kullanabilirsiniz. Buna bir çeşit okul ilacı da diyebiliriz. Çocuğunuzun akademik başarıya ihtiyacı var. Yoksa dışlanmaya devam edecektir ve yitip gidecektir.
- Yani süresiz kullanım. Antibiyotikler kısa süreli kullanılır.
- Evet ama çocukta hormonal bir sıkıntı var. Dopamin (dürtü-uyum) hormonu salgılanmıyor. Bu yüzden de uyumsuz. Zekâsını iyi bir yönde kullanabilmesi için bu hormonun düzgün şekilde salgılanmasına ihtiyacı var.
- Anladım hocam, reçeteyi alayım ama yine de araştıracağım. Bu arada, test sonucu bende kalabilir mi?
- Normalde aileye verilmez ama sizde kalabilir. Öncelikle, gerçekten çok hırpalanmışsınız. Bu size iyi gelecektir. Bir de dediğim gibi, bu test azami zekâyı gösterme konusunda pek de önemli değil. Sonuçta disleksili çocuklara yönelik değil bu testler. Mevcut testlerle bu çocuğun gerçek IQ'su ölçülemez.
Sonuçta akşam uykusunu getirecek bir ilaç daha reçete edildi ve kontrol muayene tarihinde doktorla tekrar görüşmek üzere klinikten çıktık. Öğle olmuştu. Eşime arabayı doğruca okula sürmesini söyledim.
(Devam edeceğim)
1 Mart 2016 Salı
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (4)
Birinci sınıf kâbus halinde devam ediyordu. Yılbaşı yaklaşmıştı, yani ilk dönemin sonuna geliyorduk ve Gökçe hâlâ okuyup yazamıyordu. Konuşamıyordu da. Benimle konuşurken bir sorunu yok gibiydi. Sinirlenip haykırmaya başladığında da. Fakat bir meseleyi, bir konuyu, bir düşüncesini başka bir ortamda anlatmaya çalışırken sürekli takılıyordu. "Iıııh, aaa, uuu, şey, ııı..." derken bir anda "unuttum" diyordu. Ya da bıkkınlıkla "neyse" deyip vazgeçiyordu. Sanki düşündüğü şeyi söyleyebilmesi için gerekli olan sözcükleri bir türlü bulamıyordu ve bu sıkıntısı özellikle okulda çok yoğundu. Bu yüzden de konuşmamayı tercih etmeye başlamıştı. Diğer çocuklar onunla alay ediyorlardı. Nitekim bir keresinde küçük bir kız, öğle arasında yanımıza gelip merakla sormuştu: "Gökçe neden bebek gibi konuşuyor?" Gökçe onun bu sorusuna yanıt vermeyip sakince sandviçini yemeye devam etmişti. Bense çaresiz, "konuşur, ben de onun gibiydim ama şimdi hiç kimsenin susturamadığı kadar çok ve hızlı konuşuyorum" diyebilmiştim. Gerçi bu bir yalan değildi. Çocukken ciddi bir konuşma güçlüğü çekerdim ve üniversite yıllarımda ancak düzelebilmiştim. Sonra da neden DJ ya da VJ olmadığım şakalarına maruz kalacak denli çok, hızlı ve seri konuşan bir insan olup çıkmıştım. Sanırım bu yüzden de, birinci sınıfta Gökçe'nin konuşma güçlüğünden ziyade okuma-yazma sorunlarına kafa yoruyordum. Onu göz doktoruna götürüp gözlerinde bir sorun olmadığını öğrendiğimiz halde, ısrar edip bir dinlendirici gözlük taktığımız zaman diliminde bile okuyamamıştı. Basit toplama-çıkarma işlemlerini de hâlâ yapmıyordu.
Bir gün öğretmeni beş ile yediyi bile toplayamadığını ve mutlaka bir doktora götürmemi söylediğinde, akşam evde onu çalıştırma çabalarım sırasında artık öfkemi kontrol edemeyip, avazım çıktığı kadar bağırdım: "Beş ile yediyi bile toplayamıyormuşsun! Parmağınla bari toplamaya çalışsan ne olur?!" Gökçe de bana dönüp benzer bir öfke ile "Beşle yediyi kim toplayamaz anne? Sen de mi beni aptal sanıyorsun?" şeklinde haykırdı. Bu yanıt üzerine oturup sakince düşünmeye başladım. Sık sık okulun saçma bir yer olduğunu söylerdi, evet. Okulda gereksiz şeyler öğretildiğini de. Daha ana sınıfına başladığı gün laboratuvarın nerede olduğunu sorduğunda çok iyi biliyordum ki, Gökçe okuldan çizgi film karakteri Dexter'ın laboratuvarı gibi bir laboratuvar bekliyordu. Bunda benim de hatam olduğuna emindim. Çünkü Gökçe o çizgi filmi izlerken kendisine de Dexter'ınki gibi bir laboratuvar isterdi. Ben de evde bir laboratuvar kurmanın olanaksızlığını anlatıp, okulda laboratuvar çalışmalarının içinde olacağını söylerdim. Fakat okul derken en azından ortaokulu kastettiğimi söylemeyi korkarım ki ihmal ederdim. Yani okuldan farklı beklentileri vardı, bundan emindim ve okul ona bunları veremiyordu. Fakat o sırada bana göre çok daha ciddi bir sorunumuz vardı. Okumayı ve yazmayı öğrenememesi. Okuyup yazamayan bir çocuğun, okuldan farklı beklentileri olduğu iddiasını kime yöneltebilirdim ki? "Kızınız öncelikle okuma-yazmayı öğrensin" demezler miydi? Ve bu durumda çok haklı olmazlar mıydı? Biraz düşündükten sonra Gökçe'ye en azından okuyup yazabilmek için çalışması gerektiğini söyledim. Sonra da sordum; "Bu şekilde hiç çalışmayarak, hiç çaba göstermeyerek nereye varabileceğini sanıyorsun?" Uzandığı yerden bana sakince yanıt verdi, "Anne biliyorum, bu işi başaramazsam çöpe atılmış bir dahi olacağım."
...
Bunu duyduğum anda kısa bir şok geçirdiğimi söylemeliyim. Önceki öğretmeninin "zihinsel engelli", o anki öğretmeninin de "okuyamıyor, basit toplama-çıkarma işlemlerini bile yapamıyor" dediği kızım, kendisinin bir dahi olduğunu söylüyordu. Dahi? Onun bana inanılmaz derecede akıllı göründüğü zamanlarda bile aklıma gelmeyen bir durumdu bu. Üstün zekâlı, belki, ama deha kapasitesinde olduğunu hiç düşünmedim. Yani, hiç düşünmemiştim. İşte şimdi çocuk sakince ve kendinden emin bir şekilde bir dahi olduğunu söylüyordu. Gülsem mi, ağlasam mı bilemediğim bir andı o. Ne diyeceğimi bilemediğim bir an... O yüzden de derin bir nefes aldım, yutkundum ve hafifçe gülümseyerek "ne güzel işte bak, kapasitenin farkındasın, bunu gösterip göstermeme kararını verecek olan da sensin ve göstermeye karar verdiğin takdirde ne yapman gerektiğini de çok iyi biliyorsun" deyip onu kendi haline bıraktım. O sırada "Ne dahisi, sen daha bir kelime bile yazamıyorsun" gibi bir yaklaşım bana doğru gelmediği gibi, dahi olduğunu falan da düşünmüyordum. Sadece, çizgi filmlerden de etkilendiğini sandığım şekilde kendisini büyük bir iddia halinde dahi olarak nitelediğini düşünmüştüm ve bunun olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğunu merak ediyordum, o kadar. Fakat kısa süre sonra bir akşam, onun bu sözünü ciddiyetle düşündürten ve bir doktora götürmeme kesin karar vermeme neden olan olay gerçekleşti.
Mutfakta yemek hazırlamakla uğraşıyordum. Gökçe yanıma gelip babasının ne zaman evde olacağını sordu. Telefon ettim ve Gökçe'ye dönüp "Beş dakika sonra evdeymiş" dedim. Gökçe anında yanıtladı: "Yani 300 saniye sonra, biir, iikiii, üüüçç, döört, beeşş....." Nasıl şaşırdığımı tahmin edemezsiniz. Basit toplama-çıkarma işlemlerini yapamadığı söylenen kızım, anlık şekilde zihinden çarpma işlemi yapıyordu ve dakika-saniye hesaplıyordu. Elbette ki bunu çoğu çocuk yapabilirdi. Ama burada sözkonusu olan, zihinsel engelli olduğu ima ya da iddia edilen bir çocuktu. Aslında sinirlenmiştim. Beş ile yediyi toplayabildiğini de biliyordum. Madem ki yapabiliyordu, neden yapmıyordu? Bu onun için bir oyun muydu? Kötü bir şaka yapmakla mı uğraşıyordu? Bu bir şaka ise, yaklaşık iki yıla neden yaymıştı? Yoksa ben dahil herkesle dalga mı geçiyordu? Şımarık mıydı? Ukala mıydı? Peki, dahi olduğunu söylerken sarfettiği "bunu başaramazsam..." lafı neydi? Başaramadığını söylediği şeyin okuma-yazma işi olduğu çok belliydi ve o konuda yalan söylediğini hiç sanmıyorum. Başaramayışının onu kara kara düşündürdüğünden de emindim. Fakat ya matematik? İşte bal gibi bırakın basit toplama-çıkarma işlemlerini, zihninden çarpma işlemi yapıyordu. Bunu okulda neden yapmıyordu? Yoksa onun için de öncelik okuma-yazma meselesi miydi... Okuma-yazma sorununu halledemediği için matematik yetisi ona bir şey ifade etmiyor muydu...
Okulda bu durumu anlatmaya çalışmanın, konuşmanın ise bir faydası olmamıştı.
- Hocam akşam beş dakikanın üçyüz saniye olduğunu anında söyleyiverdi.
- Evet olabilir ama defterleri boş.
Bir annenin anlatımları işte ancak bu kadarcık bir ilgi uyandırıyordu. Hatta tepki: "Ama defterleri boş."
Sonuçta ülkemizin en iyi tıp fakültelerinden birinin çocuk psikiyatri bölüm başkanı olan profesörün sekreterinden rica-minnet üç ay sonraya bir randevu alabildim. Yani mart ayına. Aradaki süreçte, kâbus kesintisizce devam etti. İkinci dönemin başında artık Gökçe dışında tüm sınıf okuyup yazabiliyordu. Defter-kitaplarımız hâlâ boştu. Daha doğrusu, matematik defterimiz boştu ama Türkçe defterimizde bazı yazma çabaları gözlenebiliyordu. Yazısı tek kelime ile berbattı. Yanlışlarla doluydu. Kalem tutuşu da yanlıştı ve bir türlü düzeltemiyorduk. Kolunun ve elinin çok çabuk yorulduğunu söyleyip duruyordu. Yazısına ayrıca değineceğim.
Mart ayı yaklaştığında biricik kızım hâlâ okuyamıyor ve yazamıyordu. Öğretmeni ise bir gün o korkunç gerçekle karşıma dikildi. "Gökçe birinci sınıfı geçemeyecekti." Çünkü öğretmen, okuma-yazma öğrenememiş bir çocuğu ikinci sınıfa geçiremezdi. Gözlerini gözlerime dikip, "Birinci sınıfı kim geçemez? Sen söyle!" dedi. Düşündüm. Evet, birinci sınıfı kim geçemezdi ki?
Öğretmenden doktor randevumuzun sonucunu beklemesini rica ettim. Aslında onun da kafası çok karışıktı ve bunu derinden hissedebiliyordum. O ara hüzünle başka bir durumu anlattı: "Kesinlikle aptal değil, bazen ağzımı bir karış açık bıraktıracak şeyler söylüyor. Okuldan beklentilerinin çok farklı olduğundan da eminim. Örn. basit bir toplama işlemini neden yapmadığını sorduğum bir gün, "Çünkü bu çok saçma" demişti. Sinirlerime hakim olup "senin için ne saçma olmazdı?" diye sordum. Sınıfın slayt ekranını gösterip, "Şurada süpersonik uçak motorlarının nasıl çalıştığını anlatsanız saçma olmazdı" dedi. Doktor muayenesinin sonucunu ben de merakla bekliyorum."
(Devam edeceğim)
Bir gün öğretmeni beş ile yediyi bile toplayamadığını ve mutlaka bir doktora götürmemi söylediğinde, akşam evde onu çalıştırma çabalarım sırasında artık öfkemi kontrol edemeyip, avazım çıktığı kadar bağırdım: "Beş ile yediyi bile toplayamıyormuşsun! Parmağınla bari toplamaya çalışsan ne olur?!" Gökçe de bana dönüp benzer bir öfke ile "Beşle yediyi kim toplayamaz anne? Sen de mi beni aptal sanıyorsun?" şeklinde haykırdı. Bu yanıt üzerine oturup sakince düşünmeye başladım. Sık sık okulun saçma bir yer olduğunu söylerdi, evet. Okulda gereksiz şeyler öğretildiğini de. Daha ana sınıfına başladığı gün laboratuvarın nerede olduğunu sorduğunda çok iyi biliyordum ki, Gökçe okuldan çizgi film karakteri Dexter'ın laboratuvarı gibi bir laboratuvar bekliyordu. Bunda benim de hatam olduğuna emindim. Çünkü Gökçe o çizgi filmi izlerken kendisine de Dexter'ınki gibi bir laboratuvar isterdi. Ben de evde bir laboratuvar kurmanın olanaksızlığını anlatıp, okulda laboratuvar çalışmalarının içinde olacağını söylerdim. Fakat okul derken en azından ortaokulu kastettiğimi söylemeyi korkarım ki ihmal ederdim. Yani okuldan farklı beklentileri vardı, bundan emindim ve okul ona bunları veremiyordu. Fakat o sırada bana göre çok daha ciddi bir sorunumuz vardı. Okumayı ve yazmayı öğrenememesi. Okuyup yazamayan bir çocuğun, okuldan farklı beklentileri olduğu iddiasını kime yöneltebilirdim ki? "Kızınız öncelikle okuma-yazmayı öğrensin" demezler miydi? Ve bu durumda çok haklı olmazlar mıydı? Biraz düşündükten sonra Gökçe'ye en azından okuyup yazabilmek için çalışması gerektiğini söyledim. Sonra da sordum; "Bu şekilde hiç çalışmayarak, hiç çaba göstermeyerek nereye varabileceğini sanıyorsun?" Uzandığı yerden bana sakince yanıt verdi, "Anne biliyorum, bu işi başaramazsam çöpe atılmış bir dahi olacağım."
...
Bunu duyduğum anda kısa bir şok geçirdiğimi söylemeliyim. Önceki öğretmeninin "zihinsel engelli", o anki öğretmeninin de "okuyamıyor, basit toplama-çıkarma işlemlerini bile yapamıyor" dediği kızım, kendisinin bir dahi olduğunu söylüyordu. Dahi? Onun bana inanılmaz derecede akıllı göründüğü zamanlarda bile aklıma gelmeyen bir durumdu bu. Üstün zekâlı, belki, ama deha kapasitesinde olduğunu hiç düşünmedim. Yani, hiç düşünmemiştim. İşte şimdi çocuk sakince ve kendinden emin bir şekilde bir dahi olduğunu söylüyordu. Gülsem mi, ağlasam mı bilemediğim bir andı o. Ne diyeceğimi bilemediğim bir an... O yüzden de derin bir nefes aldım, yutkundum ve hafifçe gülümseyerek "ne güzel işte bak, kapasitenin farkındasın, bunu gösterip göstermeme kararını verecek olan da sensin ve göstermeye karar verdiğin takdirde ne yapman gerektiğini de çok iyi biliyorsun" deyip onu kendi haline bıraktım. O sırada "Ne dahisi, sen daha bir kelime bile yazamıyorsun" gibi bir yaklaşım bana doğru gelmediği gibi, dahi olduğunu falan da düşünmüyordum. Sadece, çizgi filmlerden de etkilendiğini sandığım şekilde kendisini büyük bir iddia halinde dahi olarak nitelediğini düşünmüştüm ve bunun olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğunu merak ediyordum, o kadar. Fakat kısa süre sonra bir akşam, onun bu sözünü ciddiyetle düşündürten ve bir doktora götürmeme kesin karar vermeme neden olan olay gerçekleşti.
Mutfakta yemek hazırlamakla uğraşıyordum. Gökçe yanıma gelip babasının ne zaman evde olacağını sordu. Telefon ettim ve Gökçe'ye dönüp "Beş dakika sonra evdeymiş" dedim. Gökçe anında yanıtladı: "Yani 300 saniye sonra, biir, iikiii, üüüçç, döört, beeşş....." Nasıl şaşırdığımı tahmin edemezsiniz. Basit toplama-çıkarma işlemlerini yapamadığı söylenen kızım, anlık şekilde zihinden çarpma işlemi yapıyordu ve dakika-saniye hesaplıyordu. Elbette ki bunu çoğu çocuk yapabilirdi. Ama burada sözkonusu olan, zihinsel engelli olduğu ima ya da iddia edilen bir çocuktu. Aslında sinirlenmiştim. Beş ile yediyi toplayabildiğini de biliyordum. Madem ki yapabiliyordu, neden yapmıyordu? Bu onun için bir oyun muydu? Kötü bir şaka yapmakla mı uğraşıyordu? Bu bir şaka ise, yaklaşık iki yıla neden yaymıştı? Yoksa ben dahil herkesle dalga mı geçiyordu? Şımarık mıydı? Ukala mıydı? Peki, dahi olduğunu söylerken sarfettiği "bunu başaramazsam..." lafı neydi? Başaramadığını söylediği şeyin okuma-yazma işi olduğu çok belliydi ve o konuda yalan söylediğini hiç sanmıyorum. Başaramayışının onu kara kara düşündürdüğünden de emindim. Fakat ya matematik? İşte bal gibi bırakın basit toplama-çıkarma işlemlerini, zihninden çarpma işlemi yapıyordu. Bunu okulda neden yapmıyordu? Yoksa onun için de öncelik okuma-yazma meselesi miydi... Okuma-yazma sorununu halledemediği için matematik yetisi ona bir şey ifade etmiyor muydu...
Okulda bu durumu anlatmaya çalışmanın, konuşmanın ise bir faydası olmamıştı.
- Hocam akşam beş dakikanın üçyüz saniye olduğunu anında söyleyiverdi.
- Evet olabilir ama defterleri boş.
Bir annenin anlatımları işte ancak bu kadarcık bir ilgi uyandırıyordu. Hatta tepki: "Ama defterleri boş."
Sonuçta ülkemizin en iyi tıp fakültelerinden birinin çocuk psikiyatri bölüm başkanı olan profesörün sekreterinden rica-minnet üç ay sonraya bir randevu alabildim. Yani mart ayına. Aradaki süreçte, kâbus kesintisizce devam etti. İkinci dönemin başında artık Gökçe dışında tüm sınıf okuyup yazabiliyordu. Defter-kitaplarımız hâlâ boştu. Daha doğrusu, matematik defterimiz boştu ama Türkçe defterimizde bazı yazma çabaları gözlenebiliyordu. Yazısı tek kelime ile berbattı. Yanlışlarla doluydu. Kalem tutuşu da yanlıştı ve bir türlü düzeltemiyorduk. Kolunun ve elinin çok çabuk yorulduğunu söyleyip duruyordu. Yazısına ayrıca değineceğim.
Mart ayı yaklaştığında biricik kızım hâlâ okuyamıyor ve yazamıyordu. Öğretmeni ise bir gün o korkunç gerçekle karşıma dikildi. "Gökçe birinci sınıfı geçemeyecekti." Çünkü öğretmen, okuma-yazma öğrenememiş bir çocuğu ikinci sınıfa geçiremezdi. Gözlerini gözlerime dikip, "Birinci sınıfı kim geçemez? Sen söyle!" dedi. Düşündüm. Evet, birinci sınıfı kim geçemezdi ki?
Öğretmenden doktor randevumuzun sonucunu beklemesini rica ettim. Aslında onun da kafası çok karışıktı ve bunu derinden hissedebiliyordum. O ara hüzünle başka bir durumu anlattı: "Kesinlikle aptal değil, bazen ağzımı bir karış açık bıraktıracak şeyler söylüyor. Okuldan beklentilerinin çok farklı olduğundan da eminim. Örn. basit bir toplama işlemini neden yapmadığını sorduğum bir gün, "Çünkü bu çok saçma" demişti. Sinirlerime hakim olup "senin için ne saçma olmazdı?" diye sordum. Sınıfın slayt ekranını gösterip, "Şurada süpersonik uçak motorlarının nasıl çalıştığını anlatsanız saçma olmazdı" dedi. Doktor muayenesinin sonucunu ben de merakla bekliyorum."
(Devam edeceğim)
29 Şubat 2016 Pazartesi
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (3)
Gökçe'nin sınıflardan atıla atıla ilerlemeye(!) başladığı ilkokulda, birinci sınıfın birinci ayının sonunda, orta yaşlı erkek öğretmenimizle birlikte nihayet okulla olan sorunlarımız biraz olsun hafiflemişti. Bu öğretmen tatlı-sert ve genel olarak şakacı biriydi. Gökçe'nin sempatisini kazanmıştı. Gerçi Gökçe, ana sınıfının ikinci gününde onu sınıfından atan öğretmen dışında tüm öğretmenlerini sevmişti.
Arkadaşlık kurmak konusunda da bir sorunu yok gibiydi. Girişken ve neşeli bir çocuktu. Bir çocukla yeni tanıştığında, arkadaşlığı sorunsuzca başlatırdı: "Merhaba, benim adım Gökçe, birlikte oynayalım mı?"
Ya da yolda yürürken zemin kat balkonlarında oturan ileri yaş bir çifte gülerek; "Merhaba, bugün hava ne kadar güzel değil mi, ben okula gidiyorum, size iyi günler dilerim."
Fakat arkadaşlığı kolaylıkla kurabilen kızım, aynı kolaylıkla sürdüremezdi. Birkaç gün içinde kavga eder, tartışır, sinirlenir, bağırıp çağırır ve bitirirdi. Bu konuyu ayrıca detaylandıracağım.
Tekrar okula dönecek olursam... Gökçe bu öğretmenle daha uyumlu gibiydi. Fakat bir süre sonra diğer bir acı gerçeği farkettik ki, okumayı ve yazmayı öğrenemiyordu. Matematik işlemleri de yapamıyordu (Ya da biz öyle olduğunu düşünüyorduk).
Aslında günümüz oyuncak dünyası, çocuklara daha okula başlamadan okuma-yazma öğretmeyi mümkün kılan materyalleri ailelere sunuyor. Biz çocuk sahibi aileler de, ne denli inkar edersek edelim, ne denli yanlış olduğunu bilirsek bilelim, çocuklarımıza çok erken yaşta okuma-yazma öğretmeye çalışıyoruz. Bu bir gerçek. Kimi çocuk öğrenebilirken, kimi de öğrenemiyor. Öğrenen çocukların aileleri genellikle çocuklarının kendi kendine öğrendiğini söylüyorlar. Bu çocuklar hemen üstün zekâlı kabul ediliyor. Oysa araştırmalar ve uygulamalar, biraz uğraşıldığında orta zekâlı çocukların da çok erken yaşta okuma-yazma öğrenebildiklerini gösteriyor. Tıpkı bu çocukların da çok erken yaşta bilgisayar, akıllı telefon, tablet gibi bilişim araç-gereçlerini kullanmayı öğrenebildikleri gibi. Ben de Gökçe'ye okul öncesinde birşeyler öğretmeye çalışmıştım fakat öğrenememişti. Harfleri tek tek tanıyabiliyordu ama bir türlü bir araya getirip okuyamıyordu. Beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladığımda okumayı hemen öğrenip sorunsuzca devam etmiş ve onaltı yaşında üniversiteyi kazanmayı başarmış bir anneyim ve zannediyordum ki, kızım da aynı rotayı takip edebilirdi. Çünkü görünen tablo ve hissiyatım, kızımın benden çok daha akıllı olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, evdeki hesabım çarşıya uymamıştı, uymuyordu.
Bugün genel zihinsel yetenek alanında BİLSEM öğrencisi olan kızım konusunda yeni tanıştığım ve durumu öğrenen arkadaşlarım sorarlar, "Kaç yaşında okuma-yazmayı öğrendi? Matematik işlemleri kaç yaşında yapmaya başladı?" Yanıtım, "Okuma-yazmayı birinci sınıfta bile öğrenemedi, matematik işlemleri yapmakta çok zorlanıyordu" olunca şaşırırlar. Bu doğru. Gökçe öyle üstün zekâlı çocukların özelliklerinin tarif edildiği analizlerde maddelenen durumların çoğunu sergileyememişti. Bir kere üstün zekâlı çocukların özelliği olarak verilen "hemen hemen her şeyi erken yaşta yapmaya başlarlar" durumu olmadığı gibi, tam tersi, hemen hemen her şeyi geç yaptı. Buna konuşmak da dahil ki, bugün oniki yaşında olan kızım, hâlâ akıcı konuşma güçlüğü çeker.
Peki, okuma-yazmayı öğrenme, matematik işlemleri yapabilme ve akıcı konuşma/anlatma güçlüğü çeken ve inanılmaz derecede sakar olması ile ünlenen küçük kızımın bana iki-üç yaşından itibaren çok akıllı olduğunu düşündüren durumlar neydi?
Öncelikle, belirli durumlar karşısında gösterdiği davranışlar, yaptığı tespitler, belirli sorunları çözme konusunda bulduğu yöntemler, sorduğu sorular ve sergilediği bazı yeteneklerdi. Yetenekler deyince, misal yön bulma yeteneği müthişti. Daha üç buçuk yaşında iken Hava Harp Okulu, havalimanı ve helikopter pisti olan bir özel hastane üçgeninin ortasında bir eve taşındığımızda, görüş alanının dışında olmasına rağmen, tepemizdeki yoğun helikopter hareketliliğini bir süre dinledikten sonra doğruca Harp Okulu'nun bulunduğu yönü işaret edip, "Şu tayafta biy savaş meykezi olmalı!" şeklinde bağırdığı gün, ya da aynı muhitte yürüyerek gittiğimiz uzak parktan eve dönüş yolunu kaybettiğimde "anne şuyadan gitmeliyiz, şuyaya sapmalıyız" diyerek evimizi bulduğu gün, bana bunu düşündürmüştü. Öyle hissediyordum ki, Gökçe ile gece karanlığında bir ormanda kaybolsak, çıkış yolunu bulabilirdi. Üç-dört yaşında ağaçların dibindeki otlara bakıp yönleri tayin edebiliyordu. Bu bir bilgi idi ve büyük olasılıkla izlediğimiz belgesellerden öğrenmişti. Fakat burada önemli olan, uygulayabiliyor olmasıydı. Başka bir örnekte, dört yaşında beni fena halde sinirlendirdiği bir gün karşılıklı bağrıştığımız sırada, "sen bana böyle davyanayak suç işliyoysun anne, işlediğin suçun cezası da şu kitapta biy yeyde yazıyoy olmalı" deyip kitaplıktan Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" kitabını aldığı gün ise, aslında okumayı bildiğini düşünmüştüm. O sırada kitabı okuyabildiği için mi, yoksa kitap kapağındaki "suç ve ceza" ibaresini kalıp olarak tanıdığı için mi alıp gösterdiği konusu, bugün bana göre hâlâ bir muammadır. Zira o kitabın kapağında yazan ibareyi ona özel olarak açıkladığımı hiç hatırlamıyorum.
Sonuçta okulda okumayı-yazmayı öğrenemiyordu ve bu durum öğretmeni tarafından hemen her karşılaşmamızda dile getiriliyordu. Bir türlü anlam veremediğim bir durumdu bu. Defterleri boş gibiydi. Test kitapları da. Sadece resim çiziyordu, güzel resimler. Şaşırtıcı derecede değişik hayvan karakterleri çiziyordu. Gökkuşağına da özel bir ilgisi vardı. Renklerin hepsini çok sevdiğini söylüyordu.
Hiç arkadaşı yoktu. Başlangıçta kurduğu tüm arkadaşlıkları bitmiş, yapayalnız bir çocuk haline gelmişti. Aslında iştahlı bir kız arkadaşı vardı. Uzun öğle aralarında okula gidip Gökçe'ye birşeyler yedirmeye çalıştığımda o da yanımızda olurdu. İşte o sıralarda maalesef kötü bir şey yapmaya başladım. Esasen utanç verici bir şey. Kızımla o bari arkadaşlık etsin diye çocuğa çikolata-gofret tarzı da dahil olmak üzere kantinden ne isterse alıyordum. Bir anlamda çocuğumla arkadaşlık etmesi için başka bir çocuğa rüşvet verir hale gelmiş ve belki ailesinin istemeyeceği şekilde sağlıksız beslenmesine neden olmuştum. Fakat zaten bu durum da uzun sürmedi. Kalan son arkadaşı olan o çocukla da bozuştu. Bu konuyu sorduğumda aramızdaki diyalog şöyle gelişmişti:
- X arkadaşınla neden bozuştun?
- Çünkü o sadece pembeyi seviyor.
- Olabilir, sen de farklı bir rengi sev, bu önemli mi?
- Ben tüm renkleri seviyorum fakat X tüm renklerin aynı anda sevilemeyeceğini söylüyor. Herkes bir rengi daha çok sevmeliymiş.
- Bu da onun fikri. Saygı duyabilirsin. Herkes aynı şekilde düşünmek ya da hissetmek zorunda değil. Her konuda anlaşmak zorunda da değil. Arkadaşlığı bitirmek için çok da geçerli bir sebep gibi gelmedi bana.
- Ama anne, olur mu? X tek rengi sevdiğine göre gökkuşağını sevmiyor demektir. Gökkuşağını sevmeyen bir çocukla arkadaşlık etmek istemiyorum. Bu da benim fikrim ve sen de buna saygı duy.
Sonuçta tüm arkadaşları ile şu ya da bu nedenle bozuşmuştu. Bir gün okula gittiğimde teneffüs anına denk geldim. Okulun bahçesinde tüm çocuklar koşturuyor, gülüşüyor, ip atlıyor, top oynuyor, gruplar halinde turluyorlardı. Çocuklara göz gezdirirken bir ara Gökçe'yi gördüm. Tek başına, bir ağacın dibine çömelmiş, zemine bakıyordu. Uzaktan izlemeye devam ettim. Beş dakika... Tam beş dakika, hiç kıpırdamadan ağacın dibini inceledi. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ya otları inceliyordu, ya da birkaç karıncayı. Beş dakika öyle uzun bir süreydi ki, dayanamayıp yanına gittim... Ne yaptığını sordum, "düşünüyorum" dedi. Nitekim ağacın dibinde ne ot vardı, ne de karınca. Ne düşündüğünü sordum, "hiç" dedi ve anlatmadı. Anlamıştım ki, Gökçe artık tamamen içine kapanıyordu. Bana anlatmaktan bile vazgeçmeye başlamıştı.
Öğretmenine yalnızlık durumunu sorduğumda ilginç bir şey söyledi; "Hem dışlanıyor, hem de kendisi dışlıyor. Yani arkadaşlarıyla karşılıklı bir dışlama-dışlanma durumu sözkonusu."
Başka bir gün yine uzun teneffüs sırasında biraz erken gidip sınıfa girdim. Çocukların çoğu henüz dışarıya atlamamışlardı. Bazıları beslenme çantasını açmıştı. Sınıftaki birkaç çocuğa, birlikte bir oyun oynama teklifinde bulundum. Bir büyüğün kendileri ile birlikte oyun oynama teklifi onları heyecanlandırmıştı. Hangi oyunu oynamak istediklerini sordum. Biri saklambaç dedi, diğeri dışarı çıkıp ip atlama, başka biri köşe kapmacanın bir türü olan sıra kapmaca vs. O sırada sessiz duran Gökçe'ye sordum; "Sen ne oynamak istersin?" Gökçe heyecanla gülümsedi ve "Düş balonları patlatmaca!" dedi. Ben dahil herkes sustu. Tam karşımdaki sevimli kız bana baktı ve ellerini iki yana açıp omuzlarını silkeleyerek gülümsedi. Çocuk adeta "Senin kızın işte böyle" der gibi gülümsemişti. Çocuklarla oyun oynamaktan vazgeçtim. "Düş balonları patlatmaca..." Hangi çocuk grubu böyle bir oyun ya da böyle bir oyunu talep eden bir çocukla oynamak isterdi ki... Anlamıştım ki, Gökçe ile sadece kendisi gibi bir çocuk iletişim kurabilirdi. Zekâdan bahsetmiyorum elbette. Çünkü o sırada zekâ konusunda da yine ümitlerimi yitirir hale gelmiştim. "Kızım gerçekten de düşündüğüm ve hissettiğim kadar akıllı mıydı, yoksa ben sadece kendimi mi kandırıyordum?" (Devam edeceğim)
Arkadaşlık kurmak konusunda da bir sorunu yok gibiydi. Girişken ve neşeli bir çocuktu. Bir çocukla yeni tanıştığında, arkadaşlığı sorunsuzca başlatırdı: "Merhaba, benim adım Gökçe, birlikte oynayalım mı?"
Ya da yolda yürürken zemin kat balkonlarında oturan ileri yaş bir çifte gülerek; "Merhaba, bugün hava ne kadar güzel değil mi, ben okula gidiyorum, size iyi günler dilerim."
Fakat arkadaşlığı kolaylıkla kurabilen kızım, aynı kolaylıkla sürdüremezdi. Birkaç gün içinde kavga eder, tartışır, sinirlenir, bağırıp çağırır ve bitirirdi. Bu konuyu ayrıca detaylandıracağım.
Tekrar okula dönecek olursam... Gökçe bu öğretmenle daha uyumlu gibiydi. Fakat bir süre sonra diğer bir acı gerçeği farkettik ki, okumayı ve yazmayı öğrenemiyordu. Matematik işlemleri de yapamıyordu (Ya da biz öyle olduğunu düşünüyorduk).
Aslında günümüz oyuncak dünyası, çocuklara daha okula başlamadan okuma-yazma öğretmeyi mümkün kılan materyalleri ailelere sunuyor. Biz çocuk sahibi aileler de, ne denli inkar edersek edelim, ne denli yanlış olduğunu bilirsek bilelim, çocuklarımıza çok erken yaşta okuma-yazma öğretmeye çalışıyoruz. Bu bir gerçek. Kimi çocuk öğrenebilirken, kimi de öğrenemiyor. Öğrenen çocukların aileleri genellikle çocuklarının kendi kendine öğrendiğini söylüyorlar. Bu çocuklar hemen üstün zekâlı kabul ediliyor. Oysa araştırmalar ve uygulamalar, biraz uğraşıldığında orta zekâlı çocukların da çok erken yaşta okuma-yazma öğrenebildiklerini gösteriyor. Tıpkı bu çocukların da çok erken yaşta bilgisayar, akıllı telefon, tablet gibi bilişim araç-gereçlerini kullanmayı öğrenebildikleri gibi. Ben de Gökçe'ye okul öncesinde birşeyler öğretmeye çalışmıştım fakat öğrenememişti. Harfleri tek tek tanıyabiliyordu ama bir türlü bir araya getirip okuyamıyordu. Beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladığımda okumayı hemen öğrenip sorunsuzca devam etmiş ve onaltı yaşında üniversiteyi kazanmayı başarmış bir anneyim ve zannediyordum ki, kızım da aynı rotayı takip edebilirdi. Çünkü görünen tablo ve hissiyatım, kızımın benden çok daha akıllı olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, evdeki hesabım çarşıya uymamıştı, uymuyordu.
Bugün genel zihinsel yetenek alanında BİLSEM öğrencisi olan kızım konusunda yeni tanıştığım ve durumu öğrenen arkadaşlarım sorarlar, "Kaç yaşında okuma-yazmayı öğrendi? Matematik işlemleri kaç yaşında yapmaya başladı?" Yanıtım, "Okuma-yazmayı birinci sınıfta bile öğrenemedi, matematik işlemleri yapmakta çok zorlanıyordu" olunca şaşırırlar. Bu doğru. Gökçe öyle üstün zekâlı çocukların özelliklerinin tarif edildiği analizlerde maddelenen durumların çoğunu sergileyememişti. Bir kere üstün zekâlı çocukların özelliği olarak verilen "hemen hemen her şeyi erken yaşta yapmaya başlarlar" durumu olmadığı gibi, tam tersi, hemen hemen her şeyi geç yaptı. Buna konuşmak da dahil ki, bugün oniki yaşında olan kızım, hâlâ akıcı konuşma güçlüğü çeker.
Peki, okuma-yazmayı öğrenme, matematik işlemleri yapabilme ve akıcı konuşma/anlatma güçlüğü çeken ve inanılmaz derecede sakar olması ile ünlenen küçük kızımın bana iki-üç yaşından itibaren çok akıllı olduğunu düşündüren durumlar neydi?
Öncelikle, belirli durumlar karşısında gösterdiği davranışlar, yaptığı tespitler, belirli sorunları çözme konusunda bulduğu yöntemler, sorduğu sorular ve sergilediği bazı yeteneklerdi. Yetenekler deyince, misal yön bulma yeteneği müthişti. Daha üç buçuk yaşında iken Hava Harp Okulu, havalimanı ve helikopter pisti olan bir özel hastane üçgeninin ortasında bir eve taşındığımızda, görüş alanının dışında olmasına rağmen, tepemizdeki yoğun helikopter hareketliliğini bir süre dinledikten sonra doğruca Harp Okulu'nun bulunduğu yönü işaret edip, "Şu tayafta biy savaş meykezi olmalı!" şeklinde bağırdığı gün, ya da aynı muhitte yürüyerek gittiğimiz uzak parktan eve dönüş yolunu kaybettiğimde "anne şuyadan gitmeliyiz, şuyaya sapmalıyız" diyerek evimizi bulduğu gün, bana bunu düşündürmüştü. Öyle hissediyordum ki, Gökçe ile gece karanlığında bir ormanda kaybolsak, çıkış yolunu bulabilirdi. Üç-dört yaşında ağaçların dibindeki otlara bakıp yönleri tayin edebiliyordu. Bu bir bilgi idi ve büyük olasılıkla izlediğimiz belgesellerden öğrenmişti. Fakat burada önemli olan, uygulayabiliyor olmasıydı. Başka bir örnekte, dört yaşında beni fena halde sinirlendirdiği bir gün karşılıklı bağrıştığımız sırada, "sen bana böyle davyanayak suç işliyoysun anne, işlediğin suçun cezası da şu kitapta biy yeyde yazıyoy olmalı" deyip kitaplıktan Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" kitabını aldığı gün ise, aslında okumayı bildiğini düşünmüştüm. O sırada kitabı okuyabildiği için mi, yoksa kitap kapağındaki "suç ve ceza" ibaresini kalıp olarak tanıdığı için mi alıp gösterdiği konusu, bugün bana göre hâlâ bir muammadır. Zira o kitabın kapağında yazan ibareyi ona özel olarak açıkladığımı hiç hatırlamıyorum.
Sonuçta okulda okumayı-yazmayı öğrenemiyordu ve bu durum öğretmeni tarafından hemen her karşılaşmamızda dile getiriliyordu. Bir türlü anlam veremediğim bir durumdu bu. Defterleri boş gibiydi. Test kitapları da. Sadece resim çiziyordu, güzel resimler. Şaşırtıcı derecede değişik hayvan karakterleri çiziyordu. Gökkuşağına da özel bir ilgisi vardı. Renklerin hepsini çok sevdiğini söylüyordu.
Hiç arkadaşı yoktu. Başlangıçta kurduğu tüm arkadaşlıkları bitmiş, yapayalnız bir çocuk haline gelmişti. Aslında iştahlı bir kız arkadaşı vardı. Uzun öğle aralarında okula gidip Gökçe'ye birşeyler yedirmeye çalıştığımda o da yanımızda olurdu. İşte o sıralarda maalesef kötü bir şey yapmaya başladım. Esasen utanç verici bir şey. Kızımla o bari arkadaşlık etsin diye çocuğa çikolata-gofret tarzı da dahil olmak üzere kantinden ne isterse alıyordum. Bir anlamda çocuğumla arkadaşlık etmesi için başka bir çocuğa rüşvet verir hale gelmiş ve belki ailesinin istemeyeceği şekilde sağlıksız beslenmesine neden olmuştum. Fakat zaten bu durum da uzun sürmedi. Kalan son arkadaşı olan o çocukla da bozuştu. Bu konuyu sorduğumda aramızdaki diyalog şöyle gelişmişti:
- X arkadaşınla neden bozuştun?
- Çünkü o sadece pembeyi seviyor.
- Olabilir, sen de farklı bir rengi sev, bu önemli mi?
- Ben tüm renkleri seviyorum fakat X tüm renklerin aynı anda sevilemeyeceğini söylüyor. Herkes bir rengi daha çok sevmeliymiş.
- Bu da onun fikri. Saygı duyabilirsin. Herkes aynı şekilde düşünmek ya da hissetmek zorunda değil. Her konuda anlaşmak zorunda da değil. Arkadaşlığı bitirmek için çok da geçerli bir sebep gibi gelmedi bana.
- Ama anne, olur mu? X tek rengi sevdiğine göre gökkuşağını sevmiyor demektir. Gökkuşağını sevmeyen bir çocukla arkadaşlık etmek istemiyorum. Bu da benim fikrim ve sen de buna saygı duy.
Sonuçta tüm arkadaşları ile şu ya da bu nedenle bozuşmuştu. Bir gün okula gittiğimde teneffüs anına denk geldim. Okulun bahçesinde tüm çocuklar koşturuyor, gülüşüyor, ip atlıyor, top oynuyor, gruplar halinde turluyorlardı. Çocuklara göz gezdirirken bir ara Gökçe'yi gördüm. Tek başına, bir ağacın dibine çömelmiş, zemine bakıyordu. Uzaktan izlemeye devam ettim. Beş dakika... Tam beş dakika, hiç kıpırdamadan ağacın dibini inceledi. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ya otları inceliyordu, ya da birkaç karıncayı. Beş dakika öyle uzun bir süreydi ki, dayanamayıp yanına gittim... Ne yaptığını sordum, "düşünüyorum" dedi. Nitekim ağacın dibinde ne ot vardı, ne de karınca. Ne düşündüğünü sordum, "hiç" dedi ve anlatmadı. Anlamıştım ki, Gökçe artık tamamen içine kapanıyordu. Bana anlatmaktan bile vazgeçmeye başlamıştı.
Öğretmenine yalnızlık durumunu sorduğumda ilginç bir şey söyledi; "Hem dışlanıyor, hem de kendisi dışlıyor. Yani arkadaşlarıyla karşılıklı bir dışlama-dışlanma durumu sözkonusu."
Başka bir gün yine uzun teneffüs sırasında biraz erken gidip sınıfa girdim. Çocukların çoğu henüz dışarıya atlamamışlardı. Bazıları beslenme çantasını açmıştı. Sınıftaki birkaç çocuğa, birlikte bir oyun oynama teklifinde bulundum. Bir büyüğün kendileri ile birlikte oyun oynama teklifi onları heyecanlandırmıştı. Hangi oyunu oynamak istediklerini sordum. Biri saklambaç dedi, diğeri dışarı çıkıp ip atlama, başka biri köşe kapmacanın bir türü olan sıra kapmaca vs. O sırada sessiz duran Gökçe'ye sordum; "Sen ne oynamak istersin?" Gökçe heyecanla gülümsedi ve "Düş balonları patlatmaca!" dedi. Ben dahil herkes sustu. Tam karşımdaki sevimli kız bana baktı ve ellerini iki yana açıp omuzlarını silkeleyerek gülümsedi. Çocuk adeta "Senin kızın işte böyle" der gibi gülümsemişti. Çocuklarla oyun oynamaktan vazgeçtim. "Düş balonları patlatmaca..." Hangi çocuk grubu böyle bir oyun ya da böyle bir oyunu talep eden bir çocukla oynamak isterdi ki... Anlamıştım ki, Gökçe ile sadece kendisi gibi bir çocuk iletişim kurabilirdi. Zekâdan bahsetmiyorum elbette. Çünkü o sırada zekâ konusunda da yine ümitlerimi yitirir hale gelmiştim. "Kızım gerçekten de düşündüğüm ve hissettiğim kadar akıllı mıydı, yoksa ben sadece kendimi mi kandırıyordum?" (Devam edeceğim)
24 Şubat 2016 Çarşamba
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (2)
"Zihinsel engelli" evet. Küçük kızım için okulda konan üçüncü tanı buydu. Onu uygun bir okula yollamamı, normal okullarda zorlamamamı söyledi birinci sınıftaki ilk öğretmeni. Bugün sorsanız, inkâr edeceğinden eminim. Konuşma ikimizin arasındaydı ve aramızda her ne geçtiyse sonradan hep inkâr etmişti. Ama ona kızmıyorum. Belli ki onun da sorunları vardı. Hem de çok sorunluydu. Bir tercih şansım olsaydı, ilk kez öğretmenliğe başladığı o sene sürekli yalan söylemesi ile ünlenen o sözde "başarılı ve sosyal" genç bayan öğretmen yerine adeta "doğrucu davut" denilebilecek "asosyal ve başarısız" kızımı tercih ederim. Bunu kızım olduğu için yazmadığımdan emin olabilirsiniz.
Sonuçta o gün kıyamet koptu. Öfkesini pek de kontrol edemeyen ben, bir yandan ağlayıp bağırırken, diğer yandan kızımı kolundan tuttuğum gibi okul müdürünün odasına yürüdüm. Gökçe de ağlıyordu, çünkü öğretmenle olan tartışmamızın son kısmında yanımıza gelmiş, onun "alın kızınızı benim sınıfımdan, istemiyorum sizin çocuğunuzu!" şeklindeki bağırışlarını duymuştu. Gökçe ise öğretmeninin bu sözlerine rağmen onun bacaklarına sarılmış, "öğretmenim, seni çok seviyorum, lütfen beni atma, anne, öğretmenimden ayrılmak istemiyorum" şeklinde adeta sayıklayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat onun bu yalvarışlarına rağmen öğretmen duygusuz, ruhsuz ve buz gibi donuk, soğuk bir tavırla çocuğu kolundan çekerek sanki bir böcekmiş gibi silkeleyip kenara savurduktan sonra sınıfa yürümüştü.
Ana-kız ağlayarak müdürün odasına ulaştığımızda, adamcağız hemen ayağa fırlayıp bizi içeri aldı ve koltuklara oturttu. Önce sakinleştirmeye çalıştı. Sonra Gökçe'ye meyve suyu söyledi, bana çay vs. Kendi koltuğuna oturup ne olduğunu sordu. Ağlamaya devam ederken anlatmaya başladım. "Bu okulda büyük bir sorun var hocam, daha 5-6 yaşındaki bir kız çocuğu, ana sınıfından itibaren okulun başbelası ilan edildi. Kime ne zararı oldu kızımın? Benim bildiğim, ortaokul veya lisede bazı saldırgan erkek çocuklar bu derece sorunlu kabul edilir. Küçücük bir kız için bir eğitim politikası belirleyemediler. Önce otistik, sonra şizofren, şimdi de zihinsel engelli diyorlar. Oysa bu çocuk çok akıllıdır! İlköğretim zorunludur ve çocuğumun yasal hakları var. Bu şekilde sınıftan sınıfa atılıp durulamaz! Öğretmeninizi şikayet edeceğim!"
Müdür gülümseyip bir kağıt uzatırken aynen şunu söyledi: "Ben senin kızı biliyorum, bazen teneffüslerde bahçeye çıktığında izliyorum. Doğru diyorsun, o hepsinden akıllı. Dilekçeni hemen yaz, öğretmeni okuldan göndereyim."
Bu sözleri duyduğum anda yaşadığım şaşkınlığı takdir edersiniz. Duraladım, biran ne diyeceğimi bilemedim. Sonra düşündüm ve şikayet etmekten vazgeçtim. Şunu anladım ki, bir yetkili size haklılığınızı hemen teslim ediyorsa, işi uzatmayı gereksiz buluveriyorsunuz. İşte insiyatif kullanan akıllı yetkili budur. Bu müdür gibi biridir ki o adam, Gökçe'nin hayatını olumlu yönde değiştiren yetkili olarak onun kişisel tarihine geçmiştir.
Müdürümüz biraz daha sohbet etmemizden sonra ve Gökçe'nin de tamamen yatışması ile bana dönüp "Şimdi sizi bir öğretmene götüreceğim. Bana güven. Bu çocuk artık bende. Gözün arkada kalmasın" deyip onun kolundan tuttu ve birinci sınıfların koridoruna yürüdü. Bir sınıfın kapısında durduk. Sınıfın orta yaşlı erkek öğretmeni kapıda bizi gördüğünde müdüre bakıp, "ama yeter artık, yüküm ağır zaten" şeklinde sözlerle itiraz etti. O anda yine dünya başıma yıkılıverdi. Anlamıştım ki, küçücük kızım diğer öğretmenler arasında da ün yapmıştı ve hiç kimse onu istemiyordu. Müdürümüz kararlı bir ses tonu ile "bu çocuğu alacaksın ve gereğini yapacaksın" dedi. "Tamam ama, siz de bir doktora götürün" dedi bana endişeli gözlerle bakan öğretmen. Yine gözlerim dolmuştu. "Götüreceğim hocam ama lütfen bize yardım edin".
İnanamıyordum. İlkokul birinci sınıftaki çocuğumu sınıfına kabul etmesi için resmen bir öğretmene yalvarır hale gelmiştim. Kalbim çok kırıktı ve inanıyorum ki tüm o konuşmaları dinlemekte olan Gökçe'nin durumu benden daha kötüydü. Sonuçta sınıfa girdi ve kapı kapandı. Müdüre teşekkür edip evin yolunu tuttum. Yolda özel okul seçeneğini düşünmeye başlamıştım. İlkokuldaki bir çocuk için özel okullara para vermenin anlamsızlığına inanırdım ama artık bunun gerekli olduğunu hissediyordum. Eve ulaştığımda kararlıydım. Birinci sınıfı atlattıktan sonra, ertesi yıl bir özel okula yollayacaktım. Fakat ilk anda gösterdiği o tepki nedeniyle içten içe kızdığım bu erkek öğretmeni daha sonra anladım. Adamcağızın sınıfında bir yürüme engelli çocuk, bir hemofilili çocuk ve ana sınıfında sorunlu olduğu tespit edilen tüm çocuklar vardı. Birinci sınıflardaki tek erkek öğretmendi ve rahatına düşkün bayan öğretmenler öğrenci seçip, uğraşmak istemedikleri çocukları hep onun sınıfına yolluyorlardı. Öğretmenimiz, özellikle teneffüslerde sürekli hemofilili çocuğu takip ediyor ve bir yere çarpıp düşmesi gibi durumlarda morarması olduğunda hemen iğnesini yapıyordu. Bir keresinde onun çocuğun iğnesini yapmaya çalıştığına tanık olduğumda, önyargılı davrandığımı anlayıp büyük bir suçluluk duydum. Onun işi belli ki çok daha zordu. Dolayısı ile öğretmenle didişme işinden tamamen vazgeçtim ve sadece kızıma odaklandım. (Devam edeceğim...)
Sonuçta o gün kıyamet koptu. Öfkesini pek de kontrol edemeyen ben, bir yandan ağlayıp bağırırken, diğer yandan kızımı kolundan tuttuğum gibi okul müdürünün odasına yürüdüm. Gökçe de ağlıyordu, çünkü öğretmenle olan tartışmamızın son kısmında yanımıza gelmiş, onun "alın kızınızı benim sınıfımdan, istemiyorum sizin çocuğunuzu!" şeklindeki bağırışlarını duymuştu. Gökçe ise öğretmeninin bu sözlerine rağmen onun bacaklarına sarılmış, "öğretmenim, seni çok seviyorum, lütfen beni atma, anne, öğretmenimden ayrılmak istemiyorum" şeklinde adeta sayıklayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat onun bu yalvarışlarına rağmen öğretmen duygusuz, ruhsuz ve buz gibi donuk, soğuk bir tavırla çocuğu kolundan çekerek sanki bir böcekmiş gibi silkeleyip kenara savurduktan sonra sınıfa yürümüştü.
Ana-kız ağlayarak müdürün odasına ulaştığımızda, adamcağız hemen ayağa fırlayıp bizi içeri aldı ve koltuklara oturttu. Önce sakinleştirmeye çalıştı. Sonra Gökçe'ye meyve suyu söyledi, bana çay vs. Kendi koltuğuna oturup ne olduğunu sordu. Ağlamaya devam ederken anlatmaya başladım. "Bu okulda büyük bir sorun var hocam, daha 5-6 yaşındaki bir kız çocuğu, ana sınıfından itibaren okulun başbelası ilan edildi. Kime ne zararı oldu kızımın? Benim bildiğim, ortaokul veya lisede bazı saldırgan erkek çocuklar bu derece sorunlu kabul edilir. Küçücük bir kız için bir eğitim politikası belirleyemediler. Önce otistik, sonra şizofren, şimdi de zihinsel engelli diyorlar. Oysa bu çocuk çok akıllıdır! İlköğretim zorunludur ve çocuğumun yasal hakları var. Bu şekilde sınıftan sınıfa atılıp durulamaz! Öğretmeninizi şikayet edeceğim!"
Müdür gülümseyip bir kağıt uzatırken aynen şunu söyledi: "Ben senin kızı biliyorum, bazen teneffüslerde bahçeye çıktığında izliyorum. Doğru diyorsun, o hepsinden akıllı. Dilekçeni hemen yaz, öğretmeni okuldan göndereyim."
Bu sözleri duyduğum anda yaşadığım şaşkınlığı takdir edersiniz. Duraladım, biran ne diyeceğimi bilemedim. Sonra düşündüm ve şikayet etmekten vazgeçtim. Şunu anladım ki, bir yetkili size haklılığınızı hemen teslim ediyorsa, işi uzatmayı gereksiz buluveriyorsunuz. İşte insiyatif kullanan akıllı yetkili budur. Bu müdür gibi biridir ki o adam, Gökçe'nin hayatını olumlu yönde değiştiren yetkili olarak onun kişisel tarihine geçmiştir.
Müdürümüz biraz daha sohbet etmemizden sonra ve Gökçe'nin de tamamen yatışması ile bana dönüp "Şimdi sizi bir öğretmene götüreceğim. Bana güven. Bu çocuk artık bende. Gözün arkada kalmasın" deyip onun kolundan tuttu ve birinci sınıfların koridoruna yürüdü. Bir sınıfın kapısında durduk. Sınıfın orta yaşlı erkek öğretmeni kapıda bizi gördüğünde müdüre bakıp, "ama yeter artık, yüküm ağır zaten" şeklinde sözlerle itiraz etti. O anda yine dünya başıma yıkılıverdi. Anlamıştım ki, küçücük kızım diğer öğretmenler arasında da ün yapmıştı ve hiç kimse onu istemiyordu. Müdürümüz kararlı bir ses tonu ile "bu çocuğu alacaksın ve gereğini yapacaksın" dedi. "Tamam ama, siz de bir doktora götürün" dedi bana endişeli gözlerle bakan öğretmen. Yine gözlerim dolmuştu. "Götüreceğim hocam ama lütfen bize yardım edin".
İnanamıyordum. İlkokul birinci sınıftaki çocuğumu sınıfına kabul etmesi için resmen bir öğretmene yalvarır hale gelmiştim. Kalbim çok kırıktı ve inanıyorum ki tüm o konuşmaları dinlemekte olan Gökçe'nin durumu benden daha kötüydü. Sonuçta sınıfa girdi ve kapı kapandı. Müdüre teşekkür edip evin yolunu tuttum. Yolda özel okul seçeneğini düşünmeye başlamıştım. İlkokuldaki bir çocuk için özel okullara para vermenin anlamsızlığına inanırdım ama artık bunun gerekli olduğunu hissediyordum. Eve ulaştığımda kararlıydım. Birinci sınıfı atlattıktan sonra, ertesi yıl bir özel okula yollayacaktım. Fakat ilk anda gösterdiği o tepki nedeniyle içten içe kızdığım bu erkek öğretmeni daha sonra anladım. Adamcağızın sınıfında bir yürüme engelli çocuk, bir hemofilili çocuk ve ana sınıfında sorunlu olduğu tespit edilen tüm çocuklar vardı. Birinci sınıflardaki tek erkek öğretmendi ve rahatına düşkün bayan öğretmenler öğrenci seçip, uğraşmak istemedikleri çocukları hep onun sınıfına yolluyorlardı. Öğretmenimiz, özellikle teneffüslerde sürekli hemofilili çocuğu takip ediyor ve bir yere çarpıp düşmesi gibi durumlarda morarması olduğunda hemen iğnesini yapıyordu. Bir keresinde onun çocuğun iğnesini yapmaya çalıştığına tanık olduğumda, önyargılı davrandığımı anlayıp büyük bir suçluluk duydum. Onun işi belli ki çok daha zordu. Dolayısı ile öğretmenle didişme işinden tamamen vazgeçtim ve sadece kızıma odaklandım. (Devam edeceğim...)
20 Şubat 2016 Cumartesi
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (1)
Blogu açtığım zaman düzenli yazacağıma dair kendime söz vermiştim. Ancak maalesef planlarınız her zaman uygulanma olanağı bulamıyor. Yaşamın keşmekeşinin beni alıp götürdüğü bir dönem sonrası, yeni bir kararlılıkla işte şimdi tekrar yazmaya başlıyorum.
Bu yazı aslında çok az sayıda çocuğu ve aileyi ilgilendiriyor. Çünkü çok az sayıda çocuk için "acaba zihinsel engelli mi, yoksa dahi mi?" denir. Fakat az da olsalar, onlar aramızda ve anlaşılmayı bekliyorlar.
Kâbus Gökçe'nin ana sınıfına başlaması ile başladı. Gerçi daha önce arasıra yollamak zorunda kaldığımız kreşlerde de yoğun sorunlar bildirilmişti. Fakat ana sınıfı ile durum gerçekten korkunç bir hâl aldı. Hatta, ana sınıfının daha ikinci gününden itibaren...
Gökçe'nin elinden tutup okulun bahçesine giriş yaptığım anda bana sorduğu ilk soru, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi. "Bu okulun laboyatuvayı neyede?"
Okul Devlet okuluydu ve aslında özel okul da olsa farketmezdi ki, ana sınıfı için bir laboratuvarı yoktu. Gökçe'ye okulun bir laboratuvarının olduğunu ama yeni başlayanların henüz laboratuvara alınmadığını, zamanla girebileceğini söyleyerek onu geçiştirdim. Pek de ikna olmamış gibiydi. Ertesi gün ise kıyamet kopmuştu bile. Okuldan arandık, gidip çocuğumuzu almamız söylendi. Adeta koşarak okula gittim. Gökçe ana sınıfı koridorunun ortasında küskün oturuyordu. Öğretmenle konuşmaya başladım ve sorunun ne olduğunu sordum.
- Hiç, şarkı öğretiyordum, söylemediği gibi ellerini masaya vurarak diğer çocukların söylemesini de engellemeye çalışıyordu. Neden söylemediğini ve söyletmek istemediğini sordum, "çünkü bu şarkı çok saçma" dedi. Ona artık okulda olduğunu, öğretmeni olarak söylediğim şeyleri yapması gerektiğini, şarkıya saçma diyemeyeceğini söyledim, sinirlenip bana saldırdı.
-Nasıl olur? Gökçe saldırgan bir çocuk değildir?
-Çocuğunuz çok saldırgan, yardımcıya da saldırdı. Üstelik başını duvarlara vurmaya kalktı, göz teması da kurmuyor. Bir doktora götürün, otistik olabilir.
-Ne? Ama Gökçe çok neşeli, esprili, girişken, konuşkan ve zeki bir çocuktur hocam?
-Bakın çocuğunuz problemli. Bir doktora götürün.
-Tamam götürürüm ama siz de ilgilenseniz daha doğru olmaz mı? Sınıftan atmak çözüm mü?
-Uğraşmam gereken bir sürü çocuk var hanımefendi. Sizin çocuğunuz tek değil. Bir doktora götürün, ben yapamam sizin çocuğunuzla.
Sonuçta öğretmenle uzlaşamadık. Ertesi gün Gökçe başka sınıfa gönderilmişti. Daha tecrübeli(!), sorunlu çocukların yüklendiği ileri yaşta bir bayan öğretmene. Bu duruma hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü o sırada Gökçe ile iletişim kurmak konusunda gayretli bir öğretmenin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Diğer öğretmenin bunu yapmaya kesinlikle niyetinin olmadığını anlamıştım ve zorlamanın bir anlamı yoktu. O denli bezgin bir öğretmene Gökçe'nin neredeyse bebekken dinlediği masallara da "bu masal çok saçma, biy kuyt yedi keçi yavyusunu yiyemez" dediğini anlatmaya çalışmanın da...
Yeni öğretmen ise Gökçe ile iletişim kurmanın tersine, onu umursamayan bir tavır içine girmişti. Hiç ilgilenmemeyi ve kendi haline bırakmayı tercih etmişti. Yani belliydi ki, onun öğretmenlik tecrübesi sorunlu çocukları yok saymak gibi bir yöntem bulmuş olmasındaydı.
Gökçe ise daha ikinci gün yaşanan o sorun nedeniyle öğretmenden, okuldan, hatta yaşamdan nefret ettiğini söylemişti ve bunu duyduğumda onun okul hayatının daha ikinci gününden itibaren onarılmaz bir şekilde zedelendiğini hissetmiştim. Bir yanım çok acımıştı.
Ana sınıfının sonuna geldiğimizde öğretmenimiz Gökçe'nin o yıl birinci sınıfa başlatılmasının iyi olmayabileceğini söyledi. Bu tür konularda takıntılı olmadığım için "siz öyle diyorsanız öyle olsun" dedim. Fakat ben bu şekilde tepkisizce kabullenince fikrini değiştirdi ve "birinci sınıfa başlatmayıp ana sınıfını tekrar ettirmek de onun psikolojisini bozabilir, başlasın bence ama siz çocuğunuzu mutlaka bir doktora götürün, "şizofren" olabilir" dedi. İlkokul değil, mübarek tıp merkezi kızıma otizmden sonra ikinci teşhisi de koymuştu yani: Şizofreni.
Bu şekilde daha beş yaşında öğretmenlerinden otizm ve şizofreni teşhisleri almış olan kızımla o yaz neşeli bir tatil geçirdik. Okul olmadığında herkesin çok sevimli, tatlı ve akıllı bulduğu kızım, çevresine neşe saçarak ve neşeyi paylaşarak dolu dolu bir üç ay geçirdi. Onu o şekilde izledikçe, birinci sınıfta biraz olsun alışacağını, her şeyin düzeleceğini umut etmeye başladım. Fakat ne yazık ki okul açıldıktan sonra bir-iki hafta içinde kâbusun devam ettiğini ve edeceğini anladım. Yine bir bayan öğretmen, ama bu kez oldukça genç biri, ilk ayın sonunda üçüncü teşhisi koydu: Zihinsel engelli... (Devam edeceğim)
Bu yazı aslında çok az sayıda çocuğu ve aileyi ilgilendiriyor. Çünkü çok az sayıda çocuk için "acaba zihinsel engelli mi, yoksa dahi mi?" denir. Fakat az da olsalar, onlar aramızda ve anlaşılmayı bekliyorlar.
Kâbus Gökçe'nin ana sınıfına başlaması ile başladı. Gerçi daha önce arasıra yollamak zorunda kaldığımız kreşlerde de yoğun sorunlar bildirilmişti. Fakat ana sınıfı ile durum gerçekten korkunç bir hâl aldı. Hatta, ana sınıfının daha ikinci gününden itibaren...
Gökçe'nin elinden tutup okulun bahçesine giriş yaptığım anda bana sorduğu ilk soru, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi. "Bu okulun laboyatuvayı neyede?"
Okul Devlet okuluydu ve aslında özel okul da olsa farketmezdi ki, ana sınıfı için bir laboratuvarı yoktu. Gökçe'ye okulun bir laboratuvarının olduğunu ama yeni başlayanların henüz laboratuvara alınmadığını, zamanla girebileceğini söyleyerek onu geçiştirdim. Pek de ikna olmamış gibiydi. Ertesi gün ise kıyamet kopmuştu bile. Okuldan arandık, gidip çocuğumuzu almamız söylendi. Adeta koşarak okula gittim. Gökçe ana sınıfı koridorunun ortasında küskün oturuyordu. Öğretmenle konuşmaya başladım ve sorunun ne olduğunu sordum.
- Hiç, şarkı öğretiyordum, söylemediği gibi ellerini masaya vurarak diğer çocukların söylemesini de engellemeye çalışıyordu. Neden söylemediğini ve söyletmek istemediğini sordum, "çünkü bu şarkı çok saçma" dedi. Ona artık okulda olduğunu, öğretmeni olarak söylediğim şeyleri yapması gerektiğini, şarkıya saçma diyemeyeceğini söyledim, sinirlenip bana saldırdı.
-Nasıl olur? Gökçe saldırgan bir çocuk değildir?
-Çocuğunuz çok saldırgan, yardımcıya da saldırdı. Üstelik başını duvarlara vurmaya kalktı, göz teması da kurmuyor. Bir doktora götürün, otistik olabilir.
-Ne? Ama Gökçe çok neşeli, esprili, girişken, konuşkan ve zeki bir çocuktur hocam?
-Bakın çocuğunuz problemli. Bir doktora götürün.
-Tamam götürürüm ama siz de ilgilenseniz daha doğru olmaz mı? Sınıftan atmak çözüm mü?
-Uğraşmam gereken bir sürü çocuk var hanımefendi. Sizin çocuğunuz tek değil. Bir doktora götürün, ben yapamam sizin çocuğunuzla.
Sonuçta öğretmenle uzlaşamadık. Ertesi gün Gökçe başka sınıfa gönderilmişti. Daha tecrübeli(!), sorunlu çocukların yüklendiği ileri yaşta bir bayan öğretmene. Bu duruma hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü o sırada Gökçe ile iletişim kurmak konusunda gayretli bir öğretmenin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Diğer öğretmenin bunu yapmaya kesinlikle niyetinin olmadığını anlamıştım ve zorlamanın bir anlamı yoktu. O denli bezgin bir öğretmene Gökçe'nin neredeyse bebekken dinlediği masallara da "bu masal çok saçma, biy kuyt yedi keçi yavyusunu yiyemez" dediğini anlatmaya çalışmanın da...
Yeni öğretmen ise Gökçe ile iletişim kurmanın tersine, onu umursamayan bir tavır içine girmişti. Hiç ilgilenmemeyi ve kendi haline bırakmayı tercih etmişti. Yani belliydi ki, onun öğretmenlik tecrübesi sorunlu çocukları yok saymak gibi bir yöntem bulmuş olmasındaydı.
Gökçe ise daha ikinci gün yaşanan o sorun nedeniyle öğretmenden, okuldan, hatta yaşamdan nefret ettiğini söylemişti ve bunu duyduğumda onun okul hayatının daha ikinci gününden itibaren onarılmaz bir şekilde zedelendiğini hissetmiştim. Bir yanım çok acımıştı.
Ana sınıfının sonuna geldiğimizde öğretmenimiz Gökçe'nin o yıl birinci sınıfa başlatılmasının iyi olmayabileceğini söyledi. Bu tür konularda takıntılı olmadığım için "siz öyle diyorsanız öyle olsun" dedim. Fakat ben bu şekilde tepkisizce kabullenince fikrini değiştirdi ve "birinci sınıfa başlatmayıp ana sınıfını tekrar ettirmek de onun psikolojisini bozabilir, başlasın bence ama siz çocuğunuzu mutlaka bir doktora götürün, "şizofren" olabilir" dedi. İlkokul değil, mübarek tıp merkezi kızıma otizmden sonra ikinci teşhisi de koymuştu yani: Şizofreni.
Bu şekilde daha beş yaşında öğretmenlerinden otizm ve şizofreni teşhisleri almış olan kızımla o yaz neşeli bir tatil geçirdik. Okul olmadığında herkesin çok sevimli, tatlı ve akıllı bulduğu kızım, çevresine neşe saçarak ve neşeyi paylaşarak dolu dolu bir üç ay geçirdi. Onu o şekilde izledikçe, birinci sınıfta biraz olsun alışacağını, her şeyin düzeleceğini umut etmeye başladım. Fakat ne yazık ki okul açıldıktan sonra bir-iki hafta içinde kâbusun devam ettiğini ve edeceğini anladım. Yine bir bayan öğretmen, ama bu kez oldukça genç biri, ilk ayın sonunda üçüncü teşhisi koydu: Zihinsel engelli... (Devam edeceğim)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)