Gökçe'nin sınıflardan atıla atıla ilerlemeye(!) başladığı ilkokulda, birinci sınıfın birinci ayının sonunda, orta yaşlı erkek öğretmenimizle birlikte nihayet okulla olan sorunlarımız biraz olsun hafiflemişti. Bu öğretmen tatlı-sert ve genel olarak şakacı biriydi. Gökçe'nin sempatisini kazanmıştı. Gerçi Gökçe, ana sınıfının ikinci gününde onu sınıfından atan öğretmen dışında tüm öğretmenlerini sevmişti.
Arkadaşlık kurmak konusunda da bir sorunu yok gibiydi. Girişken ve neşeli bir çocuktu. Bir çocukla yeni tanıştığında, arkadaşlığı sorunsuzca başlatırdı: "Merhaba, benim adım Gökçe, birlikte oynayalım mı?"
Ya da yolda yürürken zemin kat balkonlarında oturan ileri yaş bir çifte gülerek; "Merhaba, bugün hava ne kadar güzel değil mi, ben okula gidiyorum, size iyi günler dilerim."
Fakat arkadaşlığı kolaylıkla kurabilen kızım, aynı kolaylıkla sürdüremezdi. Birkaç gün içinde kavga eder, tartışır, sinirlenir, bağırıp çağırır ve bitirirdi. Bu konuyu ayrıca detaylandıracağım.
Tekrar okula dönecek olursam... Gökçe bu öğretmenle daha uyumlu gibiydi. Fakat bir süre sonra diğer bir acı gerçeği farkettik ki, okumayı ve yazmayı öğrenemiyordu. Matematik işlemleri de yapamıyordu (Ya da biz öyle olduğunu düşünüyorduk).
Aslında günümüz oyuncak dünyası, çocuklara daha okula başlamadan okuma-yazma öğretmeyi mümkün kılan materyalleri ailelere sunuyor. Biz çocuk sahibi aileler de, ne denli inkar edersek edelim, ne denli yanlış olduğunu bilirsek bilelim, çocuklarımıza çok erken yaşta okuma-yazma öğretmeye çalışıyoruz. Bu bir gerçek. Kimi çocuk öğrenebilirken, kimi de öğrenemiyor. Öğrenen çocukların aileleri genellikle çocuklarının kendi kendine öğrendiğini söylüyorlar. Bu çocuklar hemen üstün zekâlı kabul ediliyor. Oysa araştırmalar ve uygulamalar, biraz uğraşıldığında orta zekâlı çocukların da çok erken yaşta okuma-yazma öğrenebildiklerini gösteriyor. Tıpkı bu çocukların da çok erken yaşta bilgisayar, akıllı telefon, tablet gibi bilişim araç-gereçlerini kullanmayı öğrenebildikleri gibi. Ben de Gökçe'ye okul öncesinde birşeyler öğretmeye çalışmıştım fakat öğrenememişti. Harfleri tek tek tanıyabiliyordu ama bir türlü bir araya getirip okuyamıyordu. Beş yaşında ilkokul birinci sınıfa başladığımda okumayı hemen öğrenip sorunsuzca devam etmiş ve onaltı yaşında üniversiteyi kazanmayı başarmış bir anneyim ve zannediyordum ki, kızım da aynı rotayı takip edebilirdi. Çünkü görünen tablo ve hissiyatım, kızımın benden çok daha akıllı olduğunu söylüyordu. Gelin görün ki, evdeki hesabım çarşıya uymamıştı, uymuyordu.
Bugün genel zihinsel yetenek alanında BİLSEM öğrencisi olan kızım konusunda yeni tanıştığım ve durumu öğrenen arkadaşlarım sorarlar, "Kaç yaşında okuma-yazmayı öğrendi? Matematik işlemleri kaç yaşında yapmaya başladı?" Yanıtım, "Okuma-yazmayı birinci sınıfta bile öğrenemedi, matematik işlemleri yapmakta çok zorlanıyordu" olunca şaşırırlar. Bu doğru. Gökçe öyle üstün zekâlı çocukların özelliklerinin tarif edildiği analizlerde maddelenen durumların çoğunu sergileyememişti. Bir kere üstün zekâlı çocukların özelliği olarak verilen "hemen hemen her şeyi erken yaşta yapmaya başlarlar" durumu olmadığı gibi, tam tersi, hemen hemen her şeyi geç yaptı. Buna konuşmak da dahil ki, bugün oniki yaşında olan kızım, hâlâ akıcı konuşma güçlüğü çeker.
Peki, okuma-yazmayı öğrenme, matematik işlemleri yapabilme ve akıcı konuşma/anlatma güçlüğü çeken ve inanılmaz derecede sakar olması ile ünlenen küçük kızımın bana iki-üç yaşından itibaren çok akıllı olduğunu düşündüren durumlar neydi?
Öncelikle, belirli durumlar karşısında gösterdiği davranışlar, yaptığı tespitler, belirli sorunları çözme konusunda bulduğu yöntemler, sorduğu sorular ve sergilediği bazı yeteneklerdi. Yetenekler deyince, misal yön bulma yeteneği müthişti. Daha üç buçuk yaşında iken Hava Harp Okulu, havalimanı ve helikopter pisti olan bir özel hastane üçgeninin ortasında bir eve taşındığımızda, görüş alanının dışında olmasına rağmen, tepemizdeki yoğun helikopter hareketliliğini bir süre dinledikten sonra doğruca Harp Okulu'nun bulunduğu yönü işaret edip, "Şu tayafta biy savaş meykezi olmalı!" şeklinde bağırdığı gün, ya da aynı muhitte yürüyerek gittiğimiz uzak parktan eve dönüş yolunu kaybettiğimde "anne şuyadan gitmeliyiz, şuyaya sapmalıyız" diyerek evimizi bulduğu gün, bana bunu düşündürmüştü. Öyle hissediyordum ki, Gökçe ile gece karanlığında bir ormanda kaybolsak, çıkış yolunu bulabilirdi. Üç-dört yaşında ağaçların dibindeki otlara bakıp yönleri tayin edebiliyordu. Bu bir bilgi idi ve büyük olasılıkla izlediğimiz belgesellerden öğrenmişti. Fakat burada önemli olan, uygulayabiliyor olmasıydı. Başka bir örnekte, dört yaşında beni fena halde sinirlendirdiği bir gün karşılıklı bağrıştığımız sırada, "sen bana böyle davyanayak suç işliyoysun anne, işlediğin suçun cezası da şu kitapta biy yeyde yazıyoy olmalı" deyip kitaplıktan Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" kitabını aldığı gün ise, aslında okumayı bildiğini düşünmüştüm. O sırada kitabı okuyabildiği için mi, yoksa kitap kapağındaki "suç ve ceza" ibaresini kalıp olarak tanıdığı için mi alıp gösterdiği konusu, bugün bana göre hâlâ bir muammadır. Zira o kitabın kapağında yazan ibareyi ona özel olarak açıkladığımı hiç hatırlamıyorum.
Sonuçta okulda okumayı-yazmayı öğrenemiyordu ve bu durum öğretmeni tarafından hemen her karşılaşmamızda dile getiriliyordu. Bir türlü anlam veremediğim bir durumdu bu. Defterleri boş gibiydi. Test kitapları da. Sadece resim çiziyordu, güzel resimler. Şaşırtıcı derecede değişik hayvan karakterleri çiziyordu. Gökkuşağına da özel bir ilgisi vardı. Renklerin hepsini çok sevdiğini söylüyordu.
Hiç arkadaşı yoktu. Başlangıçta kurduğu tüm arkadaşlıkları bitmiş, yapayalnız bir çocuk haline gelmişti. Aslında iştahlı bir kız arkadaşı vardı. Uzun öğle aralarında okula gidip Gökçe'ye birşeyler yedirmeye çalıştığımda o da yanımızda olurdu. İşte o sıralarda maalesef kötü bir şey yapmaya başladım. Esasen utanç verici bir şey. Kızımla o bari arkadaşlık etsin diye çocuğa çikolata-gofret tarzı da dahil olmak üzere kantinden ne isterse alıyordum. Bir anlamda çocuğumla arkadaşlık etmesi için başka bir çocuğa rüşvet verir hale gelmiş ve belki ailesinin istemeyeceği şekilde sağlıksız beslenmesine neden olmuştum. Fakat zaten bu durum da uzun sürmedi. Kalan son arkadaşı olan o çocukla da bozuştu. Bu konuyu sorduğumda aramızdaki diyalog şöyle gelişmişti:
- X arkadaşınla neden bozuştun?
- Çünkü o sadece pembeyi seviyor.
- Olabilir, sen de farklı bir rengi sev, bu önemli mi?
- Ben tüm renkleri seviyorum fakat X tüm renklerin aynı anda sevilemeyeceğini söylüyor. Herkes bir rengi daha çok sevmeliymiş.
- Bu da onun fikri. Saygı duyabilirsin. Herkes aynı şekilde düşünmek ya da hissetmek zorunda değil. Her konuda anlaşmak zorunda da değil. Arkadaşlığı bitirmek için çok da geçerli bir sebep gibi gelmedi bana.
- Ama anne, olur mu? X tek rengi sevdiğine göre gökkuşağını sevmiyor demektir. Gökkuşağını sevmeyen bir çocukla arkadaşlık etmek istemiyorum. Bu da benim fikrim ve sen de buna saygı duy.
Sonuçta tüm arkadaşları ile şu ya da bu nedenle bozuşmuştu. Bir gün okula gittiğimde teneffüs anına denk geldim. Okulun bahçesinde tüm çocuklar koşturuyor, gülüşüyor, ip atlıyor, top oynuyor, gruplar halinde turluyorlardı. Çocuklara göz gezdirirken bir ara Gökçe'yi gördüm. Tek başına, bir ağacın dibine çömelmiş, zemine bakıyordu. Uzaktan izlemeye devam ettim. Beş dakika... Tam beş dakika, hiç kıpırdamadan ağacın dibini inceledi. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ya otları inceliyordu, ya da birkaç karıncayı. Beş dakika öyle uzun bir süreydi ki, dayanamayıp yanına gittim... Ne yaptığını sordum, "düşünüyorum" dedi. Nitekim ağacın dibinde ne ot vardı, ne de karınca. Ne düşündüğünü sordum, "hiç" dedi ve anlatmadı. Anlamıştım ki, Gökçe artık tamamen içine kapanıyordu. Bana anlatmaktan bile vazgeçmeye başlamıştı.
Öğretmenine yalnızlık durumunu sorduğumda ilginç bir şey söyledi; "Hem dışlanıyor, hem de kendisi dışlıyor. Yani arkadaşlarıyla karşılıklı bir dışlama-dışlanma durumu sözkonusu."
Başka bir gün yine uzun teneffüs sırasında biraz erken gidip sınıfa girdim. Çocukların çoğu henüz dışarıya atlamamışlardı. Bazıları beslenme çantasını açmıştı. Sınıftaki birkaç çocuğa, birlikte bir oyun oynama teklifinde bulundum. Bir büyüğün kendileri ile birlikte oyun oynama teklifi onları heyecanlandırmıştı. Hangi oyunu oynamak istediklerini sordum. Biri saklambaç dedi, diğeri dışarı çıkıp ip atlama, başka biri köşe kapmacanın bir türü olan sıra kapmaca vs. O sırada sessiz duran Gökçe'ye sordum; "Sen ne oynamak istersin?" Gökçe heyecanla gülümsedi ve "Düş balonları patlatmaca!" dedi. Ben dahil herkes sustu. Tam karşımdaki sevimli kız bana baktı ve ellerini iki yana açıp omuzlarını silkeleyerek gülümsedi. Çocuk adeta "Senin kızın işte böyle" der gibi gülümsemişti. Çocuklarla oyun oynamaktan vazgeçtim. "Düş balonları patlatmaca..." Hangi çocuk grubu böyle bir oyun ya da böyle bir oyunu talep eden bir çocukla oynamak isterdi ki... Anlamıştım ki, Gökçe ile sadece kendisi gibi bir çocuk iletişim kurabilirdi. Zekâdan bahsetmiyorum elbette. Çünkü o sırada zekâ konusunda da yine ümitlerimi yitirir hale gelmiştim. "Kızım gerçekten de düşündüğüm ve hissettiğim kadar akıllı mıydı, yoksa ben sadece kendimi mi kandırıyordum?" (Devam edeceğim)
29 Şubat 2016 Pazartesi
24 Şubat 2016 Çarşamba
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (2)
"Zihinsel engelli" evet. Küçük kızım için okulda konan üçüncü tanı buydu. Onu uygun bir okula yollamamı, normal okullarda zorlamamamı söyledi birinci sınıftaki ilk öğretmeni. Bugün sorsanız, inkâr edeceğinden eminim. Konuşma ikimizin arasındaydı ve aramızda her ne geçtiyse sonradan hep inkâr etmişti. Ama ona kızmıyorum. Belli ki onun da sorunları vardı. Hem de çok sorunluydu. Bir tercih şansım olsaydı, ilk kez öğretmenliğe başladığı o sene sürekli yalan söylemesi ile ünlenen o sözde "başarılı ve sosyal" genç bayan öğretmen yerine adeta "doğrucu davut" denilebilecek "asosyal ve başarısız" kızımı tercih ederim. Bunu kızım olduğu için yazmadığımdan emin olabilirsiniz.
Sonuçta o gün kıyamet koptu. Öfkesini pek de kontrol edemeyen ben, bir yandan ağlayıp bağırırken, diğer yandan kızımı kolundan tuttuğum gibi okul müdürünün odasına yürüdüm. Gökçe de ağlıyordu, çünkü öğretmenle olan tartışmamızın son kısmında yanımıza gelmiş, onun "alın kızınızı benim sınıfımdan, istemiyorum sizin çocuğunuzu!" şeklindeki bağırışlarını duymuştu. Gökçe ise öğretmeninin bu sözlerine rağmen onun bacaklarına sarılmış, "öğretmenim, seni çok seviyorum, lütfen beni atma, anne, öğretmenimden ayrılmak istemiyorum" şeklinde adeta sayıklayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat onun bu yalvarışlarına rağmen öğretmen duygusuz, ruhsuz ve buz gibi donuk, soğuk bir tavırla çocuğu kolundan çekerek sanki bir böcekmiş gibi silkeleyip kenara savurduktan sonra sınıfa yürümüştü.
Ana-kız ağlayarak müdürün odasına ulaştığımızda, adamcağız hemen ayağa fırlayıp bizi içeri aldı ve koltuklara oturttu. Önce sakinleştirmeye çalıştı. Sonra Gökçe'ye meyve suyu söyledi, bana çay vs. Kendi koltuğuna oturup ne olduğunu sordu. Ağlamaya devam ederken anlatmaya başladım. "Bu okulda büyük bir sorun var hocam, daha 5-6 yaşındaki bir kız çocuğu, ana sınıfından itibaren okulun başbelası ilan edildi. Kime ne zararı oldu kızımın? Benim bildiğim, ortaokul veya lisede bazı saldırgan erkek çocuklar bu derece sorunlu kabul edilir. Küçücük bir kız için bir eğitim politikası belirleyemediler. Önce otistik, sonra şizofren, şimdi de zihinsel engelli diyorlar. Oysa bu çocuk çok akıllıdır! İlköğretim zorunludur ve çocuğumun yasal hakları var. Bu şekilde sınıftan sınıfa atılıp durulamaz! Öğretmeninizi şikayet edeceğim!"
Müdür gülümseyip bir kağıt uzatırken aynen şunu söyledi: "Ben senin kızı biliyorum, bazen teneffüslerde bahçeye çıktığında izliyorum. Doğru diyorsun, o hepsinden akıllı. Dilekçeni hemen yaz, öğretmeni okuldan göndereyim."
Bu sözleri duyduğum anda yaşadığım şaşkınlığı takdir edersiniz. Duraladım, biran ne diyeceğimi bilemedim. Sonra düşündüm ve şikayet etmekten vazgeçtim. Şunu anladım ki, bir yetkili size haklılığınızı hemen teslim ediyorsa, işi uzatmayı gereksiz buluveriyorsunuz. İşte insiyatif kullanan akıllı yetkili budur. Bu müdür gibi biridir ki o adam, Gökçe'nin hayatını olumlu yönde değiştiren yetkili olarak onun kişisel tarihine geçmiştir.
Müdürümüz biraz daha sohbet etmemizden sonra ve Gökçe'nin de tamamen yatışması ile bana dönüp "Şimdi sizi bir öğretmene götüreceğim. Bana güven. Bu çocuk artık bende. Gözün arkada kalmasın" deyip onun kolundan tuttu ve birinci sınıfların koridoruna yürüdü. Bir sınıfın kapısında durduk. Sınıfın orta yaşlı erkek öğretmeni kapıda bizi gördüğünde müdüre bakıp, "ama yeter artık, yüküm ağır zaten" şeklinde sözlerle itiraz etti. O anda yine dünya başıma yıkılıverdi. Anlamıştım ki, küçücük kızım diğer öğretmenler arasında da ün yapmıştı ve hiç kimse onu istemiyordu. Müdürümüz kararlı bir ses tonu ile "bu çocuğu alacaksın ve gereğini yapacaksın" dedi. "Tamam ama, siz de bir doktora götürün" dedi bana endişeli gözlerle bakan öğretmen. Yine gözlerim dolmuştu. "Götüreceğim hocam ama lütfen bize yardım edin".
İnanamıyordum. İlkokul birinci sınıftaki çocuğumu sınıfına kabul etmesi için resmen bir öğretmene yalvarır hale gelmiştim. Kalbim çok kırıktı ve inanıyorum ki tüm o konuşmaları dinlemekte olan Gökçe'nin durumu benden daha kötüydü. Sonuçta sınıfa girdi ve kapı kapandı. Müdüre teşekkür edip evin yolunu tuttum. Yolda özel okul seçeneğini düşünmeye başlamıştım. İlkokuldaki bir çocuk için özel okullara para vermenin anlamsızlığına inanırdım ama artık bunun gerekli olduğunu hissediyordum. Eve ulaştığımda kararlıydım. Birinci sınıfı atlattıktan sonra, ertesi yıl bir özel okula yollayacaktım. Fakat ilk anda gösterdiği o tepki nedeniyle içten içe kızdığım bu erkek öğretmeni daha sonra anladım. Adamcağızın sınıfında bir yürüme engelli çocuk, bir hemofilili çocuk ve ana sınıfında sorunlu olduğu tespit edilen tüm çocuklar vardı. Birinci sınıflardaki tek erkek öğretmendi ve rahatına düşkün bayan öğretmenler öğrenci seçip, uğraşmak istemedikleri çocukları hep onun sınıfına yolluyorlardı. Öğretmenimiz, özellikle teneffüslerde sürekli hemofilili çocuğu takip ediyor ve bir yere çarpıp düşmesi gibi durumlarda morarması olduğunda hemen iğnesini yapıyordu. Bir keresinde onun çocuğun iğnesini yapmaya çalıştığına tanık olduğumda, önyargılı davrandığımı anlayıp büyük bir suçluluk duydum. Onun işi belli ki çok daha zordu. Dolayısı ile öğretmenle didişme işinden tamamen vazgeçtim ve sadece kızıma odaklandım. (Devam edeceğim...)
Sonuçta o gün kıyamet koptu. Öfkesini pek de kontrol edemeyen ben, bir yandan ağlayıp bağırırken, diğer yandan kızımı kolundan tuttuğum gibi okul müdürünün odasına yürüdüm. Gökçe de ağlıyordu, çünkü öğretmenle olan tartışmamızın son kısmında yanımıza gelmiş, onun "alın kızınızı benim sınıfımdan, istemiyorum sizin çocuğunuzu!" şeklindeki bağırışlarını duymuştu. Gökçe ise öğretmeninin bu sözlerine rağmen onun bacaklarına sarılmış, "öğretmenim, seni çok seviyorum, lütfen beni atma, anne, öğretmenimden ayrılmak istemiyorum" şeklinde adeta sayıklayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat onun bu yalvarışlarına rağmen öğretmen duygusuz, ruhsuz ve buz gibi donuk, soğuk bir tavırla çocuğu kolundan çekerek sanki bir böcekmiş gibi silkeleyip kenara savurduktan sonra sınıfa yürümüştü.
Ana-kız ağlayarak müdürün odasına ulaştığımızda, adamcağız hemen ayağa fırlayıp bizi içeri aldı ve koltuklara oturttu. Önce sakinleştirmeye çalıştı. Sonra Gökçe'ye meyve suyu söyledi, bana çay vs. Kendi koltuğuna oturup ne olduğunu sordu. Ağlamaya devam ederken anlatmaya başladım. "Bu okulda büyük bir sorun var hocam, daha 5-6 yaşındaki bir kız çocuğu, ana sınıfından itibaren okulun başbelası ilan edildi. Kime ne zararı oldu kızımın? Benim bildiğim, ortaokul veya lisede bazı saldırgan erkek çocuklar bu derece sorunlu kabul edilir. Küçücük bir kız için bir eğitim politikası belirleyemediler. Önce otistik, sonra şizofren, şimdi de zihinsel engelli diyorlar. Oysa bu çocuk çok akıllıdır! İlköğretim zorunludur ve çocuğumun yasal hakları var. Bu şekilde sınıftan sınıfa atılıp durulamaz! Öğretmeninizi şikayet edeceğim!"
Müdür gülümseyip bir kağıt uzatırken aynen şunu söyledi: "Ben senin kızı biliyorum, bazen teneffüslerde bahçeye çıktığında izliyorum. Doğru diyorsun, o hepsinden akıllı. Dilekçeni hemen yaz, öğretmeni okuldan göndereyim."
Bu sözleri duyduğum anda yaşadığım şaşkınlığı takdir edersiniz. Duraladım, biran ne diyeceğimi bilemedim. Sonra düşündüm ve şikayet etmekten vazgeçtim. Şunu anladım ki, bir yetkili size haklılığınızı hemen teslim ediyorsa, işi uzatmayı gereksiz buluveriyorsunuz. İşte insiyatif kullanan akıllı yetkili budur. Bu müdür gibi biridir ki o adam, Gökçe'nin hayatını olumlu yönde değiştiren yetkili olarak onun kişisel tarihine geçmiştir.
Müdürümüz biraz daha sohbet etmemizden sonra ve Gökçe'nin de tamamen yatışması ile bana dönüp "Şimdi sizi bir öğretmene götüreceğim. Bana güven. Bu çocuk artık bende. Gözün arkada kalmasın" deyip onun kolundan tuttu ve birinci sınıfların koridoruna yürüdü. Bir sınıfın kapısında durduk. Sınıfın orta yaşlı erkek öğretmeni kapıda bizi gördüğünde müdüre bakıp, "ama yeter artık, yüküm ağır zaten" şeklinde sözlerle itiraz etti. O anda yine dünya başıma yıkılıverdi. Anlamıştım ki, küçücük kızım diğer öğretmenler arasında da ün yapmıştı ve hiç kimse onu istemiyordu. Müdürümüz kararlı bir ses tonu ile "bu çocuğu alacaksın ve gereğini yapacaksın" dedi. "Tamam ama, siz de bir doktora götürün" dedi bana endişeli gözlerle bakan öğretmen. Yine gözlerim dolmuştu. "Götüreceğim hocam ama lütfen bize yardım edin".
İnanamıyordum. İlkokul birinci sınıftaki çocuğumu sınıfına kabul etmesi için resmen bir öğretmene yalvarır hale gelmiştim. Kalbim çok kırıktı ve inanıyorum ki tüm o konuşmaları dinlemekte olan Gökçe'nin durumu benden daha kötüydü. Sonuçta sınıfa girdi ve kapı kapandı. Müdüre teşekkür edip evin yolunu tuttum. Yolda özel okul seçeneğini düşünmeye başlamıştım. İlkokuldaki bir çocuk için özel okullara para vermenin anlamsızlığına inanırdım ama artık bunun gerekli olduğunu hissediyordum. Eve ulaştığımda kararlıydım. Birinci sınıfı atlattıktan sonra, ertesi yıl bir özel okula yollayacaktım. Fakat ilk anda gösterdiği o tepki nedeniyle içten içe kızdığım bu erkek öğretmeni daha sonra anladım. Adamcağızın sınıfında bir yürüme engelli çocuk, bir hemofilili çocuk ve ana sınıfında sorunlu olduğu tespit edilen tüm çocuklar vardı. Birinci sınıflardaki tek erkek öğretmendi ve rahatına düşkün bayan öğretmenler öğrenci seçip, uğraşmak istemedikleri çocukları hep onun sınıfına yolluyorlardı. Öğretmenimiz, özellikle teneffüslerde sürekli hemofilili çocuğu takip ediyor ve bir yere çarpıp düşmesi gibi durumlarda morarması olduğunda hemen iğnesini yapıyordu. Bir keresinde onun çocuğun iğnesini yapmaya çalıştığına tanık olduğumda, önyargılı davrandığımı anlayıp büyük bir suçluluk duydum. Onun işi belli ki çok daha zordu. Dolayısı ile öğretmenle didişme işinden tamamen vazgeçtim ve sadece kızıma odaklandım. (Devam edeceğim...)
20 Şubat 2016 Cumartesi
Zihinsel engelli mi, Albert Einstein mı? (1)
Blogu açtığım zaman düzenli yazacağıma dair kendime söz vermiştim. Ancak maalesef planlarınız her zaman uygulanma olanağı bulamıyor. Yaşamın keşmekeşinin beni alıp götürdüğü bir dönem sonrası, yeni bir kararlılıkla işte şimdi tekrar yazmaya başlıyorum.
Bu yazı aslında çok az sayıda çocuğu ve aileyi ilgilendiriyor. Çünkü çok az sayıda çocuk için "acaba zihinsel engelli mi, yoksa dahi mi?" denir. Fakat az da olsalar, onlar aramızda ve anlaşılmayı bekliyorlar.
Kâbus Gökçe'nin ana sınıfına başlaması ile başladı. Gerçi daha önce arasıra yollamak zorunda kaldığımız kreşlerde de yoğun sorunlar bildirilmişti. Fakat ana sınıfı ile durum gerçekten korkunç bir hâl aldı. Hatta, ana sınıfının daha ikinci gününden itibaren...
Gökçe'nin elinden tutup okulun bahçesine giriş yaptığım anda bana sorduğu ilk soru, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi. "Bu okulun laboyatuvayı neyede?"
Okul Devlet okuluydu ve aslında özel okul da olsa farketmezdi ki, ana sınıfı için bir laboratuvarı yoktu. Gökçe'ye okulun bir laboratuvarının olduğunu ama yeni başlayanların henüz laboratuvara alınmadığını, zamanla girebileceğini söyleyerek onu geçiştirdim. Pek de ikna olmamış gibiydi. Ertesi gün ise kıyamet kopmuştu bile. Okuldan arandık, gidip çocuğumuzu almamız söylendi. Adeta koşarak okula gittim. Gökçe ana sınıfı koridorunun ortasında küskün oturuyordu. Öğretmenle konuşmaya başladım ve sorunun ne olduğunu sordum.
- Hiç, şarkı öğretiyordum, söylemediği gibi ellerini masaya vurarak diğer çocukların söylemesini de engellemeye çalışıyordu. Neden söylemediğini ve söyletmek istemediğini sordum, "çünkü bu şarkı çok saçma" dedi. Ona artık okulda olduğunu, öğretmeni olarak söylediğim şeyleri yapması gerektiğini, şarkıya saçma diyemeyeceğini söyledim, sinirlenip bana saldırdı.
-Nasıl olur? Gökçe saldırgan bir çocuk değildir?
-Çocuğunuz çok saldırgan, yardımcıya da saldırdı. Üstelik başını duvarlara vurmaya kalktı, göz teması da kurmuyor. Bir doktora götürün, otistik olabilir.
-Ne? Ama Gökçe çok neşeli, esprili, girişken, konuşkan ve zeki bir çocuktur hocam?
-Bakın çocuğunuz problemli. Bir doktora götürün.
-Tamam götürürüm ama siz de ilgilenseniz daha doğru olmaz mı? Sınıftan atmak çözüm mü?
-Uğraşmam gereken bir sürü çocuk var hanımefendi. Sizin çocuğunuz tek değil. Bir doktora götürün, ben yapamam sizin çocuğunuzla.
Sonuçta öğretmenle uzlaşamadık. Ertesi gün Gökçe başka sınıfa gönderilmişti. Daha tecrübeli(!), sorunlu çocukların yüklendiği ileri yaşta bir bayan öğretmene. Bu duruma hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü o sırada Gökçe ile iletişim kurmak konusunda gayretli bir öğretmenin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Diğer öğretmenin bunu yapmaya kesinlikle niyetinin olmadığını anlamıştım ve zorlamanın bir anlamı yoktu. O denli bezgin bir öğretmene Gökçe'nin neredeyse bebekken dinlediği masallara da "bu masal çok saçma, biy kuyt yedi keçi yavyusunu yiyemez" dediğini anlatmaya çalışmanın da...
Yeni öğretmen ise Gökçe ile iletişim kurmanın tersine, onu umursamayan bir tavır içine girmişti. Hiç ilgilenmemeyi ve kendi haline bırakmayı tercih etmişti. Yani belliydi ki, onun öğretmenlik tecrübesi sorunlu çocukları yok saymak gibi bir yöntem bulmuş olmasındaydı.
Gökçe ise daha ikinci gün yaşanan o sorun nedeniyle öğretmenden, okuldan, hatta yaşamdan nefret ettiğini söylemişti ve bunu duyduğumda onun okul hayatının daha ikinci gününden itibaren onarılmaz bir şekilde zedelendiğini hissetmiştim. Bir yanım çok acımıştı.
Ana sınıfının sonuna geldiğimizde öğretmenimiz Gökçe'nin o yıl birinci sınıfa başlatılmasının iyi olmayabileceğini söyledi. Bu tür konularda takıntılı olmadığım için "siz öyle diyorsanız öyle olsun" dedim. Fakat ben bu şekilde tepkisizce kabullenince fikrini değiştirdi ve "birinci sınıfa başlatmayıp ana sınıfını tekrar ettirmek de onun psikolojisini bozabilir, başlasın bence ama siz çocuğunuzu mutlaka bir doktora götürün, "şizofren" olabilir" dedi. İlkokul değil, mübarek tıp merkezi kızıma otizmden sonra ikinci teşhisi de koymuştu yani: Şizofreni.
Bu şekilde daha beş yaşında öğretmenlerinden otizm ve şizofreni teşhisleri almış olan kızımla o yaz neşeli bir tatil geçirdik. Okul olmadığında herkesin çok sevimli, tatlı ve akıllı bulduğu kızım, çevresine neşe saçarak ve neşeyi paylaşarak dolu dolu bir üç ay geçirdi. Onu o şekilde izledikçe, birinci sınıfta biraz olsun alışacağını, her şeyin düzeleceğini umut etmeye başladım. Fakat ne yazık ki okul açıldıktan sonra bir-iki hafta içinde kâbusun devam ettiğini ve edeceğini anladım. Yine bir bayan öğretmen, ama bu kez oldukça genç biri, ilk ayın sonunda üçüncü teşhisi koydu: Zihinsel engelli... (Devam edeceğim)
Bu yazı aslında çok az sayıda çocuğu ve aileyi ilgilendiriyor. Çünkü çok az sayıda çocuk için "acaba zihinsel engelli mi, yoksa dahi mi?" denir. Fakat az da olsalar, onlar aramızda ve anlaşılmayı bekliyorlar.
Kâbus Gökçe'nin ana sınıfına başlaması ile başladı. Gerçi daha önce arasıra yollamak zorunda kaldığımız kreşlerde de yoğun sorunlar bildirilmişti. Fakat ana sınıfı ile durum gerçekten korkunç bir hâl aldı. Hatta, ana sınıfının daha ikinci gününden itibaren...
Gökçe'nin elinden tutup okulun bahçesine giriş yaptığım anda bana sorduğu ilk soru, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi. "Bu okulun laboyatuvayı neyede?"
Okul Devlet okuluydu ve aslında özel okul da olsa farketmezdi ki, ana sınıfı için bir laboratuvarı yoktu. Gökçe'ye okulun bir laboratuvarının olduğunu ama yeni başlayanların henüz laboratuvara alınmadığını, zamanla girebileceğini söyleyerek onu geçiştirdim. Pek de ikna olmamış gibiydi. Ertesi gün ise kıyamet kopmuştu bile. Okuldan arandık, gidip çocuğumuzu almamız söylendi. Adeta koşarak okula gittim. Gökçe ana sınıfı koridorunun ortasında küskün oturuyordu. Öğretmenle konuşmaya başladım ve sorunun ne olduğunu sordum.
- Hiç, şarkı öğretiyordum, söylemediği gibi ellerini masaya vurarak diğer çocukların söylemesini de engellemeye çalışıyordu. Neden söylemediğini ve söyletmek istemediğini sordum, "çünkü bu şarkı çok saçma" dedi. Ona artık okulda olduğunu, öğretmeni olarak söylediğim şeyleri yapması gerektiğini, şarkıya saçma diyemeyeceğini söyledim, sinirlenip bana saldırdı.
-Nasıl olur? Gökçe saldırgan bir çocuk değildir?
-Çocuğunuz çok saldırgan, yardımcıya da saldırdı. Üstelik başını duvarlara vurmaya kalktı, göz teması da kurmuyor. Bir doktora götürün, otistik olabilir.
-Ne? Ama Gökçe çok neşeli, esprili, girişken, konuşkan ve zeki bir çocuktur hocam?
-Bakın çocuğunuz problemli. Bir doktora götürün.
-Tamam götürürüm ama siz de ilgilenseniz daha doğru olmaz mı? Sınıftan atmak çözüm mü?
-Uğraşmam gereken bir sürü çocuk var hanımefendi. Sizin çocuğunuz tek değil. Bir doktora götürün, ben yapamam sizin çocuğunuzla.
Sonuçta öğretmenle uzlaşamadık. Ertesi gün Gökçe başka sınıfa gönderilmişti. Daha tecrübeli(!), sorunlu çocukların yüklendiği ileri yaşta bir bayan öğretmene. Bu duruma hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü o sırada Gökçe ile iletişim kurmak konusunda gayretli bir öğretmenin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Diğer öğretmenin bunu yapmaya kesinlikle niyetinin olmadığını anlamıştım ve zorlamanın bir anlamı yoktu. O denli bezgin bir öğretmene Gökçe'nin neredeyse bebekken dinlediği masallara da "bu masal çok saçma, biy kuyt yedi keçi yavyusunu yiyemez" dediğini anlatmaya çalışmanın da...
Yeni öğretmen ise Gökçe ile iletişim kurmanın tersine, onu umursamayan bir tavır içine girmişti. Hiç ilgilenmemeyi ve kendi haline bırakmayı tercih etmişti. Yani belliydi ki, onun öğretmenlik tecrübesi sorunlu çocukları yok saymak gibi bir yöntem bulmuş olmasındaydı.
Gökçe ise daha ikinci gün yaşanan o sorun nedeniyle öğretmenden, okuldan, hatta yaşamdan nefret ettiğini söylemişti ve bunu duyduğumda onun okul hayatının daha ikinci gününden itibaren onarılmaz bir şekilde zedelendiğini hissetmiştim. Bir yanım çok acımıştı.
Ana sınıfının sonuna geldiğimizde öğretmenimiz Gökçe'nin o yıl birinci sınıfa başlatılmasının iyi olmayabileceğini söyledi. Bu tür konularda takıntılı olmadığım için "siz öyle diyorsanız öyle olsun" dedim. Fakat ben bu şekilde tepkisizce kabullenince fikrini değiştirdi ve "birinci sınıfa başlatmayıp ana sınıfını tekrar ettirmek de onun psikolojisini bozabilir, başlasın bence ama siz çocuğunuzu mutlaka bir doktora götürün, "şizofren" olabilir" dedi. İlkokul değil, mübarek tıp merkezi kızıma otizmden sonra ikinci teşhisi de koymuştu yani: Şizofreni.
Bu şekilde daha beş yaşında öğretmenlerinden otizm ve şizofreni teşhisleri almış olan kızımla o yaz neşeli bir tatil geçirdik. Okul olmadığında herkesin çok sevimli, tatlı ve akıllı bulduğu kızım, çevresine neşe saçarak ve neşeyi paylaşarak dolu dolu bir üç ay geçirdi. Onu o şekilde izledikçe, birinci sınıfta biraz olsun alışacağını, her şeyin düzeleceğini umut etmeye başladım. Fakat ne yazık ki okul açıldıktan sonra bir-iki hafta içinde kâbusun devam ettiğini ve edeceğini anladım. Yine bir bayan öğretmen, ama bu kez oldukça genç biri, ilk ayın sonunda üçüncü teşhisi koydu: Zihinsel engelli... (Devam edeceğim)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)